Büyük büyük dedelerimiz ve ninelerimiz Anadolu’nun farklı bölgelerinde, tıp, tarım ve ekosistem alanlarında verdikleri inançlı ve uzun soluklu mücadelelerle biyolojik bilgeliği yarattılar. Pratik deneyimlemenin yerel savaşçıları elde ettikleri değerleri bir sonraki nesillere işlevsel uygulamalarıyla aktardılar.

Gelenekselliğin önemli ölçütlerinden biri olan yerel tohum dışında, verim uğruna vazgeçilmez bir koşul olarak önerilen monokültür, mekanik ekipman (traktör), suni gübre ve sentetik ilaç paket çözümleri, tarımsal üretimin hemen her alanında kullanılan hayvanın (gübre, iş gücü, besin, vb) gerekliğini ortadan kaldırmış görünüyor.

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde, temel seçim parametresinin finansal endeksli (kısa vadeli) karlılık hesabına dayandırıldığı yöntemler, yüksek verim uğruna çiftçiyi daha yüksek maliyetli girdi deseninde bir tarımsal üretim modeline mahkum ederken, tüketici açısından özellikle hormon ve ilaç kalıntısına bağlı gıda güvenliği daha çok sorgulanmak durumunda kaldı.

Daha yüksek verimlilik beklentilerinde geleneksel tarım dünyanın bilhassa 'gelişmiş' bölgelerinde ölmeye yüz tutarken, üretim metotlarına bağlı olarak gıdalar, sağlık sorunlarının önemli sebepleri arasında yer almaya başladı. Az gelişmiş bölgelerde ise (yerel) geleneksel tarımın yok oluşu küreselleşme ve diğer ülkelerdeki yüksek tarımsal sübvansiyonlara bağlı olarak, tercih edilebilecek konvansiyonel tarımın değil, ekonomik çaresizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta.

Enerji kaynakları ve petrole bağlı tarımsal üretimin geleceği sorgulanmalı, kendine yeterlilik ve sürdürülebilirlik esasında, geleneksel tarım metotları, donanım ve hizmet (traktör üreticileri, ilaç ve gübre sanayi, endüstriyel tohum firmaları, kredi kuruluşları, sertifikasyon sistemleri) sağlayıcılarının karlılığı için değil, toprak ana, üzerinde yaşam sürdüren üretici ve onun emeğini destekleyen tüketici leyhine iyileştirilmelidir; bugünün ve yarının muhtemel şartlarını anlayarak ve yaşamı daha iyi analiz ederek...


24 Aralık 2008 Çarşamba

Sürdürülebilir yaşam için yeni insan

Radikal, 05/10/2008

Deniz Postacı

Çevresel kriz karşısında günümüz insanının kendini ve çevresini yeniden kavrayışı nasıl olmalı acaba? Şimdi, bizim alışık olduğumuz milyar diye bir rakam var ya hani; dokuz sıfırlı... Onun da bir büyüğü var trilyon; 12 sıfırlı... Onun da bir büyüğü var katrilyon; 15 sıfırlı... Onun da bir büyüğü var kentilyon; 18 sıfırlı...
Bu kentilyon seviyesi şu açıdan önemli, evrende bildiğimiz 100 kentilyon güneş benzeri yıldız var. 10 kentilyon güneş sistemi benzeri gezegenleri olan yıldız sistemi var ve içinde yaşam olasılığı olan 1 kentilyon dünya benzeri gezegen var. Bu gezegenler, bizimkine benzemese de, sadece yaşam olasılığı taşıması açısından benzer. Bu benzerliği abartmamak lazım... Gezegenimizdeki yaşamın neredeyse sonunu getirecek küresel çevre felaketinden oralara kaçsak, adapte olamayabiliriz yani... Onlar da kaçsa gelse, dünyamızdaki bir virüs veya bakteri veya bir molekül, gelenlerin kökünü kazıma ihtimaline sahip...
Bu yüzden elimizdekine gözümüz gibi bakmalıyız!..
21. yüzyılın bildiğimiz biyolojik formatın son yüzyılı olduğunu söyleyen ve bu yüzyıl 6 milyar insandan 1 milyar insan kalacağını söyleyen iklim bilimci James Lovelock’a göre gezegenimizin doğumu olan 4,5 milyar yıl öncesinden bugüne kadar, Güneş ısısını yüzde 30 artırdı. Fakat gezegenimizin ısısı yüzde 30 artmadı. Ama 4 milyar yıl önce yaşam zenginliği gelişmeye başladı. Bunun nasıl olduğunu küçük bir deneyle siz de anlayabilirsiniz. Yaz mevsimi sıcak bir öğlen saatinde güneş altında 1 saatten fazla kalmış bir arabanın kaportasına çıplak elle dokunun ve sonra diğer elinizle aynı şartlarda bir bitkinin yaprağına dokunun! Unutmayın bitki hep orada duruyordu. Yani büyük ihtimalle arabadan daha uzun bir süre güneş altında kalmıştır ve sizin de hissedeceğiniz gibi hiç sıcak değildir.
Güneşin görünen ışığına duyarlı gezegenin 400 kJ/mol’lük bağlarından yaşam zenginliği oluşuyor... Ve biz bu 13,2 milyonluk türsel zenginliğin ancak 1,7 milyonunu şimdiye kadar tanıyabildik. Yani, yüzde 13’ünü... Bu zenginliğin yüzde 86’sından henüz haberdar değiliz.
Üstelik kendi bedenlerimiz bile bir türler birliği. Discover dergisinde yayınlanan ve daha sonra Bilim ve Teknik dergisi için Türkçe’ye çevrilen bir makaleye göre, insan bedeninde bulunan hücrelerin yüzde 90’ı mikroskobik canlılar: Mikroplar, bakteriler, mikroorganizmalar, mantarlar, vs... İnsan DNA’sının yüzde 8’i virüs DNA’larının kalıntıları...
Mikro ve makro ölçekte biyobirlikler içinde yaşıyoruz... Kaçımız içinde yaşadığımız ve üyesi olduğumuz bu biyobirliklerin farkında? Ve kaçımız bu biyobirliklerin, yaşadığı coğrafyanın iklimiyle, taşıyla, toprağıyla, suyuyla oluşturduğu ekolojik taşıma kapasitesine bağımlı olacağının farkında? Örneğin ülkemizin batı ve güneybatı coğrafyasında yer alan yaşam birlikleri ne güzel burcu burcu kokarlar: Lale, sümbül, nergis, reyhan ve süsenin öz yurdudur bu coğrafya. Bunların yanında Manisa lalesi, çiğdem, sahlep, glayol ve çeşit çeşit ballıbaba türleri... Dam koruğu, sütleğen, sarı papatya, şebboy ve cayır otu türleri baharda yamaçlardan kokularıyla ve renkleriyle ses verir... Pırnal meşesi ve ardıçla taçlanan bu coğrafyanın maki yaşam birliğinden, bu birliğin insanı ne öğrenir peki?...
Koku ile hayvandan korunan kaynakların azlığını öğrenir... Zamanı, mekânı ve enerjiyi dönüştürerek, tüketmeden, yararlanmayı öğrenir... Hepsinden önemlisi yaşadığı coğrafyanın iklimiyle, taşıyla, toprağıyla, suyuyla oluşturduğu ekolojik taşıma kapasitesinin koyduğu sınırlara boyun eğmeyi öğrenir. Bir de bu bitkilerdeki renk, koku ve tat cümbüşünün insanın değil de, sinek gibi böceklerin zevki olduğunu öğrenir.

İstanbul’da 12 ekolojik sistem
Doğa Derneği’nin tespitlerine göre İstanbul’da 12 ayrı ekolojik sistem var... Yani, bir semte has bitki var. Başka semtte yetişmiyor. Örneğin, Ümraniye çiğdemi... Veya İstanbul kardeleni veya Büyükada’daki maki birliği... İstanbul, coğrafyası nedeni ile farklı farklı hava, taş, toprak ve suya sahip. Fakat bu zenginliğin taşıma kapasitesi nedir? Tabii, kapasiteyi aştığımız aşikâr... Peki biz, birlik ve beraberlikten uzak, İstanbul coğrafyasına has kozmopolit biyobirliği ezen, doğasından kopuk, yine bu coğrafyanın ekolojik taşıma kapasitesinin sınırları karşısında haddini bilmez, küstah ve isyankâr metropol insanları mıyız?.. Demek istediğim, doğanın kıymetini bilmek için yiyeceğimizin ve içeceğimizin bahçemizdeki doğa anadan gelmesi gerekiyor... Marketten değil... Yoksa, market raflarında sebzenin meyvenin ardındaki gözden ırak toprak, gönülden de ırak oluyor...
Sonuç olarak, sadece insan varlığını kapsayacak şekilde kullandığımız toplum kavramını doğaya genişletiyorum. Bunu yapmakla da yeni kamuyu ve kamusal yararı, yaşam temelinde ilişkili tüm canlı ve cansız varlıkları kapsayacak şekilde yeniden tanımlıyorum. Ve hatta, insan bilincini, artan güneş enerjisini sönümleyen, biyosfer hesabına çalışan, bağışıklık sisteminin bir işi olarak görüyorum... Ki bu bizi, bilinçlerimizin, yani ben dediğimiz fiziksel farkındalığımızın bir yanıyla biyosferin dengesine bağlı ve bir yanıyla da bu dengeyi sürdürmeye çalışan bir sistem olduğu fikrine götürüyor. Bağışıklık sistemimizin elektrokimyasal boyutu olarak, emanet aldığımız fiziksel farkındalığımızı, doğaya borçlu olduğumuz için, onu sevmeli ve saygı duymalıyız. Yoksa, doğada yapacağımız düşüncesiz ve duygusuz yıkımlar, sonuçta gelip özbenliklerimizin yıkımına dayanacaktır...
Akort kavramını bir kez daha hatırlatmak isterim. Akort kelimesinin kökü, Latince “ad cordis”den gelir. Ve cordis, kalp demektir. Ad ise, -e doğru demektir... Yani, mecazi anlamda akıl ve gönüle doğru demektir. Ki bu da, yaşamı üreten tüm canlı ve cansız varlıkların bir nedensellik zincirinde değil, bir nedensellik halkasında yer alan birlik ve beraberlik içindeki derin anlam demektir. Bu nedenle, yaşadığımız çevresel kriz karşısında insanı, ölçülere bağlı doğanın akort dizgesi içinde biyosferal ego olarak, yeniden kavrıyorum...

Hiç yorum yok: