Büyük büyük dedelerimiz ve ninelerimiz Anadolu’nun farklı bölgelerinde, tıp, tarım ve ekosistem alanlarında verdikleri inançlı ve uzun soluklu mücadelelerle biyolojik bilgeliği yarattılar. Pratik deneyimlemenin yerel savaşçıları elde ettikleri değerleri bir sonraki nesillere işlevsel uygulamalarıyla aktardılar.

Gelenekselliğin önemli ölçütlerinden biri olan yerel tohum dışında, verim uğruna vazgeçilmez bir koşul olarak önerilen monokültür, mekanik ekipman (traktör), suni gübre ve sentetik ilaç paket çözümleri, tarımsal üretimin hemen her alanında kullanılan hayvanın (gübre, iş gücü, besin, vb) gerekliğini ortadan kaldırmış görünüyor.

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde, temel seçim parametresinin finansal endeksli (kısa vadeli) karlılık hesabına dayandırıldığı yöntemler, yüksek verim uğruna çiftçiyi daha yüksek maliyetli girdi deseninde bir tarımsal üretim modeline mahkum ederken, tüketici açısından özellikle hormon ve ilaç kalıntısına bağlı gıda güvenliği daha çok sorgulanmak durumunda kaldı.

Daha yüksek verimlilik beklentilerinde geleneksel tarım dünyanın bilhassa 'gelişmiş' bölgelerinde ölmeye yüz tutarken, üretim metotlarına bağlı olarak gıdalar, sağlık sorunlarının önemli sebepleri arasında yer almaya başladı. Az gelişmiş bölgelerde ise (yerel) geleneksel tarımın yok oluşu küreselleşme ve diğer ülkelerdeki yüksek tarımsal sübvansiyonlara bağlı olarak, tercih edilebilecek konvansiyonel tarımın değil, ekonomik çaresizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta.

Enerji kaynakları ve petrole bağlı tarımsal üretimin geleceği sorgulanmalı, kendine yeterlilik ve sürdürülebilirlik esasında, geleneksel tarım metotları, donanım ve hizmet (traktör üreticileri, ilaç ve gübre sanayi, endüstriyel tohum firmaları, kredi kuruluşları, sertifikasyon sistemleri) sağlayıcılarının karlılığı için değil, toprak ana, üzerinde yaşam sürdüren üretici ve onun emeğini destekleyen tüketici leyhine iyileştirilmelidir; bugünün ve yarının muhtemel şartlarını anlayarak ve yaşamı daha iyi analiz ederek...


29 Aralık 2008 Pazartesi

Fosfat katkılı yiyeceklere dikkat

A.A.


Temel gıdalarda kullanılan katkı maddelerinin kansere yol açtığı açıklandı. İşte o yiyecekler...

Fosfat katkılı yiyeceklerin akciğer kanserine yakalanma riskini artırabileceği bildirildi.

Güney Kore Seul Üniversitesi'nden Myong-Heng Ço ve ekibinin fareler üzerinde yaptığı araştırma, özellikle hazır yiyeceklerde kullanılan, doğal olmayan fosfatın akciğer kanserine yakalanma riskini artırabileceğini gösterdi.

Myong-Heng ve ekibi, önce farelere akciğer kanseri hücreleri şırınga etti. Araştırmacılar, fosfat katkılı yiyecekler verilen farelerdeki kanser tümörlerinin, bu biçimde beslenmeyen farelerdekine göre daha hızlı arttığını gördü.

Organik olmayan fosfatların insanlardaki kanser etkisi henüz çok iyi bilinmese de bilim adamları bu tür beslenme alışkanlığının sınırlanmasını tavsiye ediyor.

Et, peynir, içecek ve hazır yiyeceklerde kullanılan katkı maddeleri, gıdaların korunmasının yanısıra yiyeceğin renginin, tadının ve görünüşünün bozulmamasını sağlıyor. Ek fosfat ise gıdanın görünümünü güzelleştiriyor ve su tutmasına yardımcı oluyor.

Araştırma, “American Journal of Respiratory and Critical Care Medicine” adlı dergide yayımlandı.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Doğayı okumadan, doğaya yazamayız...

Radikal, 16/11/2008

Deniz Postacı


Sürdürülebilirlik için doğanın dilinden anlamalıyız. Doğanın dilinden anlamak ise, doğa denen karmaşık metni okumaktan geçer. Doğa metninin ekolojisini; canlı, cansız tüm bileşenlerinin birbiriyle kurduğu incelikli denge ilişkilerini okumadan, anlamadan, doğada herhangi bir şey yapamayız. Kısacası, doğayı okumadan, doğaya yazamayız...

İnsan türü, her an değişen doğa metni içinde yer alır. Bu metnin bir parçasıdır. Bir cümle içinde nasıl ki kelimeler uyumlu bütünler oluşturmak zorundadır. Ve bu uyumlu cümleler de metin içinde birbiriyle uyumlu olmak zorundadır. Aynı şekilde insan da doğa metni içinde uyumlu cümleler oluşturmak zorundadır. Aksi takdirde, metin anlam bütünlüğünü yitirecek ve canlılığını kaybedecektir.

Her metnin kendi içindeki ilişkilerden doğan bir ruhu vardır; işte o ruh metni oluşturan bileşenlerin uyumlu ilişkilerine bağlıdır. İlişkilenmek öylesine bir güce sahiptir ki, örneğin yanıcı bir gaz kimliğinde olan hidrojen ve oksijen atomları ilişkilendiğinde, birbirine bağlandığında oluşturdukları yeni metnin kimliği tamamen farklı bir ruh olan sıvı ve söndürücü bir nitelik kazanır: Su! Bir yanıcı gaz, bir yanıcı gaz daha, daha çok yanıcı bir gaz kümesi yapmıyor. Bütün, parçalarından anlaşılamayacak, tamamıyla farklı bir ruha sahip, parçalar ve bunların ilişkilerine dayanan yeni bir anlam üretir.

Örneğin, virüs, kendine ait metabolizması olmadığı için canlı mı cansız mı olduğuna karar verilemeyen bir kılıf ve bir DNA; yani bir bilgiden ibarettir... Canlı niteliğini kazanabilmesi için metabolizması ve genetiği olan bir hücreyle ilişkilenmeye ihtiyacı vardır. Tek başına cansızdır. Kağıt üzerinde cansız bir mürekkep gibidir. Bir hücrenin metabolizması ve genetiğiyle ilişkilendiğinde, canlanır. Tıpkı, sözlükteki sözcüklerin, cümlenin metabolizması ve genetiği içinde anlam ve ruh kazanması gibi... Cümlelerin de, metnin metabolizması ve genetiği içinde anlam ve ruh kazanması gibi... Metinlerin de, metinler biyosferinin ya da “metinosfer”in metabolizması ve genetiği içinde anlam ve ruh kazanması gibi...

Scientific American dergisinin Aralık 2004 sayısına göre, bir hücredeki DNA zarar gördüğünde, bilgi kaybı nedeniyle o hücre ölmüş kabul ediliyor. Fakat bu ölüye bir virüs isabet ettiğinde, bozulan bilgi parçalarını tekrar düzene sokabiliyor ve ölüyü yaşama geri getirebiliyor.
Aristo’da ruh formdur. Formsa, ilkeler doğrultusundaki ilişkilerdir. Yani, virüs olabilmek, parçalarının ilkeler doğrultusundaki ilişkilerine bağlıdır. Tıpkı, ilişkisel bütün olan bir metni, dilbilgisi ve doğa ilkelerinin üretmesi gibi.

Ekolojik ilişkiler, biyosfer adında bir kimlik üretiyorsa ve hepimiz aslında bu kimliği oluşturan parçalarsak, bu kimliği üreten, aramızdaki akort ilişkileri nasıl okumalı ve sürdürmeliyiz? Tabii, bu ilişkileri oluşturan doğal ilkeleri tanımaya çalışarak ve bu ilkeler doğrultusundaki ilişkileri saygı ve sevgi ile karşılayarak.Yaklaşık 4 milyar yıldır doğadan yapılan okumalar DNA metnine yazılıyor... Haliyle bizler de bu okumalarla kodlanarak, şekilleniyoruz. En azından bugünkü bilimimiz bunu söylüyor... Öyle ise tamamen doğal olan bünyelerimizden gelen sesleri dinlersek, -ki buna lisan anlamında dil de dahildir-, yaklaşık 4 milyar yıllık bir okuma tecrübesine kulak vermiş oluruz.

Doğayı taklit

Sürdürülebilirlik adına lisan olarak dilden, çıkarılacak doğaya ait birçok ders vardır ki bunların başında müzikalite gelir: Türümüzü bir bebek, gezegenimizi de bu bebeğin anası olarak, görecek olursak, nasıl her bebek iletişim ve ilişki kurmaya, anasını taklit ederek başlamışsa, insan türü de doğayla yani anasıyla bağlantı ve iletişim kurmaya, lisan geliştirmeye anasını, yani doğayı taklit ederek başladı.

Peki, dil için doğada taklit edilebilecek en önemli unsurdan biri nedir ki, bundan sürdürülebilirlik adına nasıl bir ders çıkaralım? Bu ders, periyodik döngüselliktir. Bu ritme, dildeki ses olarak bakacak olursak, dalga da diyebiliriz. Dalganın da doğası geometrik halkadır. Dünya, Güneş çevresinde belirli bir periyotla döner. Gece ve gündüzü bu periyotlu döngüsellik belirler. Mevsimler, döngüseldir. Su, yağmur şeklinde bu döngüye uygun, bölgelere göre belirli miktarlarda yağar vs... Çöl, yağmur yağmayan yer değildir. Yağmurun belirsiz aralıklarla, dengesiz yağdığı yerdir. Bu periyodik döngüsellikler, gezegene bir müzikalite getirir. Olumlu bileşenlerdeki dalgasal bu döngüsellikler, yaşam zenginliği oluşturur...

Dildeki müzik de, doğayı taklit eden bu dalgasal döngülerden oluşur. Şiirde zirvesine ulaşır. Biyoakustik uzmanı Bernie Krause, Kaliforniya Bilimler Akademisi için Kenya’daki Masai Mara Ulusal Parkı’nda uçan, yürüyen, sürünen, amfibiyen hayvanlardan ve böceklerinden oluşan 15 bin türün sesini 3500 saat boyunca kaydetti. Krause’a göre doğada bir orkestra var. Her tür ve her birey kendi bölgesinde kendine has ama orkestranın diğer üyelerine akort, müzikal cümlelerini üretiyor. Krause’a göre, bu biyosenfoni doğanın ekolojik enerji ve madde akışlarını düzenleyen trafik işaretleri... Yani, doğadaki canlılık için ses dalgalarıyla kurulan cümlelerin oluşturduğu bir metin...

Örneğin, Mozart’ın ormandaki bestekâr arkadaşı sığırcık kuşu da, bu biyosenfoninin bir üyesiydi. Mozart, arkadaşının sözlerini zihninde yavaşlatarak, ölümsüz bestelerinin melodilerini buluyordu. Ölünce, Mozart onun için bir tören yaptı...

Yine son yapılan bilimsel araştırmalarda, bazı kuşlarda kekemelik tespit edildi. Bu çalışmalardan yola çıkarak, bilim insanları, kuşların melodik ötüşlerinin aslında bir dil olduğunu söylüyorlar. Tıpkı bizimki gibi taklitle öğrenilen periyotlu melodik bir dil. İyi öten şair kuş, kızı kapıyor, düşmanı kovalıyor. Belki de bu nedenle Mozart, ölen, ilham perisi ve hergele şair arkadaşı sığırcığa, bir müzik dahisi olmasına rağmen, müzikle değil de, bir şiir ile veda etmiştir...
Bizler de şiir tadında sürdürülebilir yaşamlar kurmalıyız ki doğal anadilimizde doğaya yazabilelim...Yoksa, bu iletişimsiz kopukluk, bizi öldürecek!


Sürdürülebilir yaşam için yeni insan

Radikal, 05/10/2008

Deniz Postacı

Çevresel kriz karşısında günümüz insanının kendini ve çevresini yeniden kavrayışı nasıl olmalı acaba? Şimdi, bizim alışık olduğumuz milyar diye bir rakam var ya hani; dokuz sıfırlı... Onun da bir büyüğü var trilyon; 12 sıfırlı... Onun da bir büyüğü var katrilyon; 15 sıfırlı... Onun da bir büyüğü var kentilyon; 18 sıfırlı...
Bu kentilyon seviyesi şu açıdan önemli, evrende bildiğimiz 100 kentilyon güneş benzeri yıldız var. 10 kentilyon güneş sistemi benzeri gezegenleri olan yıldız sistemi var ve içinde yaşam olasılığı olan 1 kentilyon dünya benzeri gezegen var. Bu gezegenler, bizimkine benzemese de, sadece yaşam olasılığı taşıması açısından benzer. Bu benzerliği abartmamak lazım... Gezegenimizdeki yaşamın neredeyse sonunu getirecek küresel çevre felaketinden oralara kaçsak, adapte olamayabiliriz yani... Onlar da kaçsa gelse, dünyamızdaki bir virüs veya bakteri veya bir molekül, gelenlerin kökünü kazıma ihtimaline sahip...
Bu yüzden elimizdekine gözümüz gibi bakmalıyız!..
21. yüzyılın bildiğimiz biyolojik formatın son yüzyılı olduğunu söyleyen ve bu yüzyıl 6 milyar insandan 1 milyar insan kalacağını söyleyen iklim bilimci James Lovelock’a göre gezegenimizin doğumu olan 4,5 milyar yıl öncesinden bugüne kadar, Güneş ısısını yüzde 30 artırdı. Fakat gezegenimizin ısısı yüzde 30 artmadı. Ama 4 milyar yıl önce yaşam zenginliği gelişmeye başladı. Bunun nasıl olduğunu küçük bir deneyle siz de anlayabilirsiniz. Yaz mevsimi sıcak bir öğlen saatinde güneş altında 1 saatten fazla kalmış bir arabanın kaportasına çıplak elle dokunun ve sonra diğer elinizle aynı şartlarda bir bitkinin yaprağına dokunun! Unutmayın bitki hep orada duruyordu. Yani büyük ihtimalle arabadan daha uzun bir süre güneş altında kalmıştır ve sizin de hissedeceğiniz gibi hiç sıcak değildir.
Güneşin görünen ışığına duyarlı gezegenin 400 kJ/mol’lük bağlarından yaşam zenginliği oluşuyor... Ve biz bu 13,2 milyonluk türsel zenginliğin ancak 1,7 milyonunu şimdiye kadar tanıyabildik. Yani, yüzde 13’ünü... Bu zenginliğin yüzde 86’sından henüz haberdar değiliz.
Üstelik kendi bedenlerimiz bile bir türler birliği. Discover dergisinde yayınlanan ve daha sonra Bilim ve Teknik dergisi için Türkçe’ye çevrilen bir makaleye göre, insan bedeninde bulunan hücrelerin yüzde 90’ı mikroskobik canlılar: Mikroplar, bakteriler, mikroorganizmalar, mantarlar, vs... İnsan DNA’sının yüzde 8’i virüs DNA’larının kalıntıları...
Mikro ve makro ölçekte biyobirlikler içinde yaşıyoruz... Kaçımız içinde yaşadığımız ve üyesi olduğumuz bu biyobirliklerin farkında? Ve kaçımız bu biyobirliklerin, yaşadığı coğrafyanın iklimiyle, taşıyla, toprağıyla, suyuyla oluşturduğu ekolojik taşıma kapasitesine bağımlı olacağının farkında? Örneğin ülkemizin batı ve güneybatı coğrafyasında yer alan yaşam birlikleri ne güzel burcu burcu kokarlar: Lale, sümbül, nergis, reyhan ve süsenin öz yurdudur bu coğrafya. Bunların yanında Manisa lalesi, çiğdem, sahlep, glayol ve çeşit çeşit ballıbaba türleri... Dam koruğu, sütleğen, sarı papatya, şebboy ve cayır otu türleri baharda yamaçlardan kokularıyla ve renkleriyle ses verir... Pırnal meşesi ve ardıçla taçlanan bu coğrafyanın maki yaşam birliğinden, bu birliğin insanı ne öğrenir peki?...
Koku ile hayvandan korunan kaynakların azlığını öğrenir... Zamanı, mekânı ve enerjiyi dönüştürerek, tüketmeden, yararlanmayı öğrenir... Hepsinden önemlisi yaşadığı coğrafyanın iklimiyle, taşıyla, toprağıyla, suyuyla oluşturduğu ekolojik taşıma kapasitesinin koyduğu sınırlara boyun eğmeyi öğrenir. Bir de bu bitkilerdeki renk, koku ve tat cümbüşünün insanın değil de, sinek gibi böceklerin zevki olduğunu öğrenir.

İstanbul’da 12 ekolojik sistem
Doğa Derneği’nin tespitlerine göre İstanbul’da 12 ayrı ekolojik sistem var... Yani, bir semte has bitki var. Başka semtte yetişmiyor. Örneğin, Ümraniye çiğdemi... Veya İstanbul kardeleni veya Büyükada’daki maki birliği... İstanbul, coğrafyası nedeni ile farklı farklı hava, taş, toprak ve suya sahip. Fakat bu zenginliğin taşıma kapasitesi nedir? Tabii, kapasiteyi aştığımız aşikâr... Peki biz, birlik ve beraberlikten uzak, İstanbul coğrafyasına has kozmopolit biyobirliği ezen, doğasından kopuk, yine bu coğrafyanın ekolojik taşıma kapasitesinin sınırları karşısında haddini bilmez, küstah ve isyankâr metropol insanları mıyız?.. Demek istediğim, doğanın kıymetini bilmek için yiyeceğimizin ve içeceğimizin bahçemizdeki doğa anadan gelmesi gerekiyor... Marketten değil... Yoksa, market raflarında sebzenin meyvenin ardındaki gözden ırak toprak, gönülden de ırak oluyor...
Sonuç olarak, sadece insan varlığını kapsayacak şekilde kullandığımız toplum kavramını doğaya genişletiyorum. Bunu yapmakla da yeni kamuyu ve kamusal yararı, yaşam temelinde ilişkili tüm canlı ve cansız varlıkları kapsayacak şekilde yeniden tanımlıyorum. Ve hatta, insan bilincini, artan güneş enerjisini sönümleyen, biyosfer hesabına çalışan, bağışıklık sisteminin bir işi olarak görüyorum... Ki bu bizi, bilinçlerimizin, yani ben dediğimiz fiziksel farkındalığımızın bir yanıyla biyosferin dengesine bağlı ve bir yanıyla da bu dengeyi sürdürmeye çalışan bir sistem olduğu fikrine götürüyor. Bağışıklık sistemimizin elektrokimyasal boyutu olarak, emanet aldığımız fiziksel farkındalığımızı, doğaya borçlu olduğumuz için, onu sevmeli ve saygı duymalıyız. Yoksa, doğada yapacağımız düşüncesiz ve duygusuz yıkımlar, sonuçta gelip özbenliklerimizin yıkımına dayanacaktır...
Akort kavramını bir kez daha hatırlatmak isterim. Akort kelimesinin kökü, Latince “ad cordis”den gelir. Ve cordis, kalp demektir. Ad ise, -e doğru demektir... Yani, mecazi anlamda akıl ve gönüle doğru demektir. Ki bu da, yaşamı üreten tüm canlı ve cansız varlıkların bir nedensellik zincirinde değil, bir nedensellik halkasında yer alan birlik ve beraberlik içindeki derin anlam demektir. Bu nedenle, yaşadığımız çevresel kriz karşısında insanı, ölçülere bağlı doğanın akort dizgesi içinde biyosferal ego olarak, yeniden kavrıyorum...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Caretta caretta'ların üreme alanında, Ören Belediyesi tarafından kum alınmış

Anamur Çevre - Doğa ve Turizm Derneği ( AÇED ) basın açıklaması:

Caretta caretta'ların üreme alanında, Ören Belediyesi tarafından kum alınmıştır. Bunu 'PROTESTO' ediyoruz.

15 Aralık 2008, Pazartesi günü saat 05.00 sıralarında, Ören Belediyesine ait iş-makinaları ve kamyonlar ile sahilden kum alınmıştır.



Durumu, bir vatandaşın ihbarı ile olay yerine gelen ve görüntülüyen muhabirin çektiği fotolar ve haber için,
http://www.anamurhaberci.com/haber_detay.asp?haber_id=1195 den bakabilirsiniz.

12.7 kmlik 'Anamur Kumsalı'nin bir parçası olan 'Ören', Türkiye'nin en yoğun caretta caretta yuvalama alanlarından biridir ve koruma altındadır.
2008 yılı yuvalama döneminde, Mersin İl Çevre ve Orman Müdürlüğü, Anamur Milli Parklar Müdürlüğü ve AÇED'in beraber yürüttüğü 'Koruma Programı' içinde, 808 yuva tespit edilmiştir ve km ye 64 yuva düşmektedir. Bu sayı, yuvalama açısından 'Anamur Kumsalı'nı, Türkiye'nin en yoğun 'üreme alanı' konumuna getirmiştir. Fakat Ören Belediyesi, sanki böyle bir durum yokmuş gibi, sahilde geri dönüşü asla olamayacak tahribat yapmaktadır.
Uyarılarımıza rağmen, tahribatlarını sürdüren belediye, aynı zamanda suç işlemektedir.

Ören Belediyesi'nin sahilden böyle bir kum alma yetkisi, ya da ruhsatı yoktur. Türkiye Cumhuriyet'i uluslararası Bern ve Barselona protokollerine taraf bir ülkedir ve nesli tehlikede olan varlıklardan kabul edilen Caretta caretta ları korumak ile zorunludur. Caretta caretta ların üreme kumsalından alınan bu kumlar, sahilin 'çakıllaşmasına' neden olacağı içinde, ayrıca sakıncalıdır.

Adana Kültür ve Tabiatı Koruma, Mersin Valiliği, Mersin İl Çevre ve Orman Müdürlüğü, Çevre ve Orman Bakanlığına bu durumun bilgilendirilmesi ve gereken kanuni işlemlerin yapılması içinde başvuruyoruz.

Sevgi ve Saygılarımızla

Oğuz Han ALIÇLI
AÇED Yön.Kur.Baş.

16 Aralık 2008 Salı

Tohum Savaşları

(Levent Kartal'a aşağıdaki çevirisi ve yorumu için teşekkür ediyoruz)

Son üç dört yıl Genetiği Değiştirilmiş tohumların tehlikeleri üzerine bir dizi kitap, belgesel ve makaleye tanık olduk. Bunların çoğu bu tohumların sağlık ve çevre açısından etkilerine odaklanmıştı; ancak bunların neredeyse hiçbiri Genetiği Değiştirilmiş tohumların kitle imha silahı olması konusuna değinmemişti. Engdahl Yıkımın Tohumları adlı kitabında bu konuya değiniyor.

Engdahl öjeniğin (eugenics) fikri temelleri olan, hasta, renkli derili ve yok edilebilir ırkların toplu itlafının ABD'de nasıl atıldığını ve hatta yasal olarak kabul edildiğini dikkatli bir şekilde belgeliyor. Öjenik araştırmaları Rockefeller ve diğer elit aileler tarafından desteklenmiş ve Nazi Almanyasında denenmişti.

Dünyanın en fakir ülkelerinin doğal kaynaklarla en iyi şekilde donanmış ülkeler olması bir şans. Bu bölgeler aynı zamanda da artan nüfusa da sahip olan bölgeler. ABDnin iktisadi ve askeri gücüyle gittikçe artan bir şekilde entegre olan Avrupanın yönetici konumundaki aileleri arasındaki korku şuydu: Eğer fakir ülkeler gelişirse petrol, gaz ile stratejik öneme sahip mineral ve metaller beyaz nüfus için azalabilir. Bu yönetici elit için kabul edilemez bir durumdu.

Egemen elitin zihnindeki ana düşünce yer altı kaynakları açısından zengin ülkelerdeki nüfusun azaltılmasıydı ancak bunun ters bir tepkiye yol açmadan nasıl gerçekleştirileceği bilinmiyordu. ABDdeki petrol reservleri 1972de zayıfladığında ve petrol ithal eder hale geldiğinde durum alarm vermeye başladı ve ajanda (nüfus azaltımı) ön plana çıktı. Rockefellerlar tarafından beslenen Nixonun ana stratejistlerinden Kissinger nüfuz azaltım planlarını ayrıntılarıyla açıkladığı Ulusal Güvenlik Araştırma Yazısını (NSSM200) hazırladı. Bu yazıda özellikle 13 ülke geçiyordu: Bangladeş, Brezilya, Kolombiya, Mısır, Etyopya, Hindistan, Endonezya, Nijerya, Pakistan, Türkiye, Tayland ve Filipinler.



Kullanılacak kitle imha silahı ise gıda idi; bir açlık durumu olsa dahi gıda nufus azaltımı için (bir araç olarak) kullanılacaktı. Kissingerin 'petrolü kontrol ettiğinde ulusları, gıdayı kontrol ettiğinde insanları kontrol edersin' dediği bilinmektedir. Küçük bir grup insanın elitist felsefeyi, insanları kontrol etmek için gıdayı kontrol etme düşüncesini nasıl gerçekçi uygulanabilir bir olasılığa kısa sürede dönüştürdüğü Engdahl'ın kitabının temelini oluşturuyor. Bu, Rockefellerlar ve Kissinger ile diğerlerinin başrolleri oynadığı kitabın baştan sona ana teması.

William Engdahl ın 'Yıkımın Tohumları' adlı kitabının Arun Shrivastava'ya ait ingilizce yorumun tamamını www.globalresearch.ca web sitesiden okuyabilirsiniz.

12 Aralık 2008 Cuma

Doğa Derneği'nin mücadelesi meyvesini verdi

Hasankeyf Kurtuluyor
Avusturya Ilısu’dan çekildi
12 Aralık 2008

Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı’na kredi veren ülkelerden Avusturya projeden desteğini çektiğini açıkladı. Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, Avusturya ulusal televizyon kanalı ORF’nin ana haber bülteninde yaptığı açıklamada Türkiye’nin gerekli şartları yerine getirmemesi nedeni ile Ilısu Barajı Projesi’nden çekildiklerini açıkladı.



Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin Ilısu Barajı için Türkiye’ye verdiği “kredi desteğini çekme ültimatomunun” süresi dolmadan Avusturya baraj projesinden desteğini çektiğini açıkladı.

Baraj karşıtı aktivistlerin önceki gün Ilısu Barajı’na kredi desteği veren Avusturyalı bankayı işgal etmesinin ardından ulusal televizyon kanalı ORF’nin ana haber bültenine katılan Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger yaptığı açıklamada, Türkiye’nin 153 şartın hiçbirini yerine getirmediğini belirterek “Bir taraf şartları belirlediyse (150’den fazla şart belirlendi) ve bu şartlar yerine getirilmediyse proje finanse edilemez. Benim için Avusturya bu ortaklığa artık son vermiştir” dedi. Aynı programda baraja finans desteği veren Oesterreichische Kontrollbank’ın (OeKB) direktörü Rudolf Scholten de Türkiye’nin projenin şartlarını yerine getirmediğini kabul etti.

Doğa Derneği Kampanya Koordinatörü Erkut Ertürk de yaptığı açıklamada:“Bu Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin çok uzun zamandır beklediği bir haber. Bu karar kampanyamız açısından büyük bir dönüm noktası. Hasankeyfli’ler ile birlikte Doğa Derneği, Türkiye’nin Ilısu baraj projesini iptal ederek bu korkunç hatadan geri dönmesini ve Hasankeyf’in UNESCO’nun Dünya Miras Listesi'ne eklenmesini talep ediyor. Şimdi başta hükümet olmak üzere herkes bu tarihi mirasa ve doğal zenginliğe sahip çıkmalıdır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan böyle bir kararla hem Türkiye’nin doğal ve tarihi mirasına sahip çıkmış, hem de alternatif bir kalkınma vizyonu ortaya koymuş olacaktır” dedi.

Doğa Derneği bir hafta önce belirlenen şartların ihlal edilerek, baraj inşaatının başladığını fotoğraflarla duyurmuştu.

Haber bültenindeki röportajı izlemek için:
http://ondemand.orf.at/news/player.php?id=zib2&day=2008-12-10

Röportajın metni:

ORF: Sayın Bakan, OeKB’nin kredisini çekerek projeye ya da en azından projedeki Avusturya ortaklığına bir son vereceği doğru mu?

Bakan: Benim açımdan doğru. Eğer bir taraf şartları belirlediyse – 150’den fazla şart belirlendi – ve bu şartlar yerine getirilmediyse, proje finanse edilemez.

ORF: Peki bu Avusturya-Türkiye ilişkileri açısından ne anlama geliyor?

Bakan: Bununla iki ulusu da kapsayacak düzeyde profesyonel olarak baş etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ama olması gerekiyorsa, olması gerekiyor - pacta sunt servanda – (yaklaşık olarak söze sadakat, ahde vefa anlamına gelen ve hukukun en temel ilkelerinden sayılan Latince hukuk terimi). Kontratlar imzalanmışsa, şartları yerine getimek gerekiyor.

Oesterreichische Kontrollbank’ın (OeKB) direktörü Rudolf Scholten’in ORF’ye yaptığı açıklama:

ORF: Ilısu projesine karşı olanlar Türkiye’nin şartlar yerine getirmediğini söylüyorlar. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?

Scholten, OeKB: Meseleyi biz de bu şekilde görüyoruz.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Uyan, Kafayı Ye, Sonra da Aklını Başına Topla

Leo Murray'ın filmini izlemek için: Uyan, Kafayı Ye, Sonra da Aklını Başına Topla

http://www.leomurray.co.uk/

Leo Murray'ın iklim değişikliği hakkındaki kısa ve son derece bilgilendirici filmi aynı zamanda çok da etkileyici. Herkesin izlemesi lazım diyerek sizlerle paylaşıyoruz. Filmin senaryosunun Ömer Madra tarafından yapılan Türkçe çevirisini de okuyabilirsiniz.

Açık radyo - Londra

18 Ekim 2008, Cumartesi

Leo MURRAY

Bu artık kutup ayılarıyla ilgili birşey olmaktan çıktı. Şu anda bizzat medeniyetin geleceği sallantıda.

Öyle anlaşılıyor ki, bugüne kadar, iklim değişikliğinin gelecekte ne gibi etkileri olacağını hesaplarken, tablonun çok önemli bir parçasını gözden kaçırmışız. Ve gene öyle anlaşılıyor ki, dünyanın iklim sisteminde bir devrilme noktasına varmamız, neredeyse bir an meselesi! O kadar tehlikeli yani. Devrilme noktası derken, artık geri dönüşü olmayan noktayı kastediyoruz; öyle ki, artık o noktadan sonra gerçekten fecî şeyler olması kaçınılmaz.

Şöyle düşünelim: Son üç milyon yıldan beri gezegenimizin iklimi, mutlaka iki kararlı denge halinden birinde bulunmuş. Güneş ışınımlarındaki küçük değişmeler, bizi ya ona ya da ötekine itecek enerjiyi sağlamış. Daha serin çukurda olduğumuzda gezegen bir buzul çağına girmiş oluyor; daha sıcak çukurda olduğumuzda da gezegenin iklimi, şu an içinde yaşadığımız iklime çok yakın birşey oluyor. İnsanlık tarihinin tamamı da böyle bir iklimde geçmiş zaten.

Sorun şurada ki, fosil yakıtları kullanma tarzımız, bizi o küçük kararlı çukurumuzdan çıkarıp gitgide daha uzağa, şu tepenin öbür taraftaki yamacına doğru itip duruyor. Devrilme noktası da, tepenin doruğunu aştığımız nokta oluyor: o noktadan sonra gezegenimizi çok daha sıcak bir yer olmaya doğru itmemize gerek kalmıyor artık; o kendi başına oraya doğru yuvarlanıp gidecek zaten. Devrilme noktası, iklim sistemlerinde mevcut olan bir dizi artı geri besleme mekanizmasından kaynaklanıyor: bu mekanizmalar da insan yapısı ısınmanın etkilerini çok güçlendirerek iklim değişiminin her türlü denetimin dışına çıkmasına yol açıyor.

Mekanizmalardan birincisi, Albedo Etkisi. Beyaz yüzeyler güneş ışınlarını koyu renkli yüzeylerden çok daha fazla geri yansıtır; dolayısıyla, sera gazlarından kaynaklanan küresel ısınma buzlarla karları erittikçe, geride lacivert okyanuslarla koyu renkli karalar bırakır. Yeni açığa çıkan bu koyu yüzeyler şimdi daha fazla güneş ışını emerek daha fazla ısınmaya yol açar, bu ısınma da daha fazla buz ve kar erimesini beraberinde getirir ve bu böyle sürüp gider.

İkincisi, su buharı. Yoğuşmamış su buharı aslında karbondioksitten daha önemli bir sera gazı. Gerçekte biz çok fazla su buharı salımında bulunmayız, ama gezegen ısındıkça buharlaşma oranı artar, nem seviyesini yükseltir ve Dünyanın termal (ısıl) battaniyesini kalınlaştırır; bu da ısınmayı büsbütün artırır, sıcaklık artışı da buharlaşmayı artırır vesaire vesaire...

Üçüncüsü, CO2'nin emilim süreci. Normalde her yıl insan faaliyetlerinden kaynaklanan CO2 salımlarının yarısı kadar bir miktar, ormanların, planktonların ve bizzat okyanusun bir bileşimi tarafından yeniden emilime uğrar. Ne var ki, okyanus yüzeyi, içinde çözülüp eriyen CO2 yoğunluğundaki artış yüzünden gitgide daha asitli bir hale gelmektedir. Aynı zamanda okyanus yüzeyindeki su sıcaklığı da yükselmekte, bu yüzeye gitgide yayılan sıcak, asitli bir katman oluşturmaktadır. Bu katmansa, CO2'nin atmosfere karışmasını engelleyen planktonların kökünü kazımaktadır. İşin daha da kötüsü, sıcak su, soğuk sudan daha az CO2'yi içinde barındırır ve dolayısıyla, ısındıkça, daha önce emmiş (absorbe etmiş) olduğu CO2'nin bir kısmını da atmosfere salıvermeye başlar.

Dördüncüsü, karadaki yutaklar. Tıpkı denizlerdeki ekosistemler gibi karadaki eko sistemler de normalde karbon yutağı olarak işlev görür: bitkiler atmosferden karbon çekip bunu kendi büyümeleri için kullanırlar. Ne var ki, ısındıkça bu ekosistemlerin dengesi bozulur; bitkiler CO2'yi emme konusundaki etkinliklerini gitgide yitirirlerken, topraktaki mikro organizmalar da CO2 salımı konusunda gitgide daha etkin hale gelirler – ve böylelikle, ekosistem bir bütün olarak karbon yutağı olmaktan çıkıp bir karbon kaynağına dönüşür. Sonuçta, sıcaklık artıp yağmurlar azalınca, orman yangınları da söndürülemez hale gelir. Ormanda depolanmış tüm karbon duman olup atmosferdeki sera gazlarına eklenir, bu da küresel ısınmayı artırır, ısınma ise karbon yutaklarının etkinliğini büsbütün azaltır ve bu böyle gider.

Beşincisi, metan. Sibirya'da, Fransa ile Almanya'nın toplam yüzölçümü (ya da Türkiye'nin yaklaşık 1,5 katı) büyüklüğünde bir alanda donmuş turbalık (tundra) erimekte; o eridikçe muazzam miktarlarda metan açığa çıkmaktadır. Metan, atmoferdeki ömrü kısa olan bir sera gazı olmakla birlikte, küresel ısınma üzerindeki etkisi, karbondiyoksit etkisinin 20 katıdır. Ne kadar metan açığa çıkarsa, ısınmaya o kadar büyük katkıda bulunmakta, permafrost denen sürekli donmuş tabaka ne kadar çok erirse, o kadar çok metan açığa çıkmaktadır.

Ne yazık ki, devasa donmuş metan depolarını barındıran tek yer kuzey kutbundaki tundra değildir. Dünyanın dört bir yanında deniz tabanının altında, donmuş kristaller halinde pusuya yatmış bekleyen 10 trilyon ton metan bulunduğu hesaplanmaktadır. Okyanus sıcaklığını yeterince artırırsak – ki, hangi miktarın yeterli olacağını dünyada bilen kimse yok – bu depolanmış metanın âniden atmosfere salıverilmesini tetiklemiş olacağız. Bu olay son defa meydana geldiğinde, yeryüzü sıcaklığı birdenbire 10 derece yükselmişti.

İşte bunlar, küresel iklim sisteminin neden bir devrilme noktası bulunduğunu izah eden geri besleme mekanizmalarından bazıları. Sistem içindeki her bir geri beslemenin kendi iç devrilme noktası mevcut. Ve, iklim değişikliklerini öngören modellerde eksik olan da işte bu: yani, unsurların birbirini karşılıklı olarak güçlendirip pekiştirdiği bu karmaşık sistemin içerisindeki ilişkiler modellerde yer almıyor.

Şimdiye kadar dünyanın sıcaklığını yalnızca 0.8 C derece artırdık. Ama, salımlarla sıcaklık artışı arasında 40 ya da 50 yıllık bir gecikme olduğundan, halihazırda atmosferde bulunan emisyonların, önümüzdeki birkaç on yıl içinde dünya sıcaklığını 0.6 C daha artıracağı kesin. Bu ise bizi kolayca tepenin doruğuna çıkarabilir, hatta tepeden aşırabilir bile.

Bu kritik eşiği aşarsak, dünyada sıcaklıklar 6 derece kadar fırlayabilir.

Böyle birşey olursa eğer, doğal âlem büyük bir kitlesel yıkıma uğrayacak, halihazırda gezegeni paylaştığımız bitkilerle hayvanların büyük çoğunluğu yeryüzünden silinip gidecek – ama aynı zamanda, dünya ekosistemleri eriyip giderken, etrafta çok daha fazla fare, sinek, hamamböceği ve sivrisinek kol geziyor olacak.

Yağış dağılım şekilleri değiştikçe, buzulların beslediği ırmaklar kurudukça, yükselen deniz seviyeleri yeraltı su kaynaklarını tuzladıkça, insanlığın gezegene vurduğu ilk darbe, içme suyuna erişimin hızla ve keskin şekilde azalması şeklinde tezahür edecek. Tarım ürünleri azalır, ormanlar yanıp gider, çöller genişleyip durur, sahil bölgeleri de sürekli sular seller altında kalırken, milyarlarca insan da pılını pırtısını toplayıp, başka yerlerde rızkını aramaya çıkacak.

Ama nereye gidecekler ki?

'İnsanlık' bunun da altından kalkabilir. Ama, Britanya gibi hâlâ yaşanabilir kalan ülkelerde, arta kalan kıt kaynakların çoğunun, bu yaptıklarımızdan dolayı artık kendi ülkelerinde barınma imkânı kalmamış olan aç biilaç milyonları dışarıda tutma savaşı için kullanıldığı bir dünyada 'insanlığın' ne gibi bir anlamı kalmış olabilir ki? Dünya tepeden tırnağa silahla dolup taşıyor. Gezegen üzerinde her yedi insan başına bir ateşli silah düşüyor. Bugün hayatta olan muazzam sayıda insanı yeryüzünün destekleme kapasitesi giderek düşerken, huzur içinde yatağımızda ölme şansımız da düşüyor.

Peki, tamam, şimdi de iyi haber geliyor: Bunların hiçbiri, kaçınılmaz bir kader değil – henüz.

Paniğe kapılmanın, umutsuzluğa düşmenin zamanı değil şimdi. Şimdi harekete geçmenin zamanı – hâlâ olanağımız varken. Şunu artık farketmemiz şart: Önümüzdeki kısacık zaman içinde hükümetlerin ve şirketlerin bu büyük tehlikeye cevap vermeye muktedir olup olmadıkları, koca bir soru işaretinden ibaret. Gerek hükümetlerin, gerekse şirketlerin önlerinde 20 yıl vardı – ama bunu çarçur etmediklerini gösteren tek bir işaret bile yok ortada. Bunun tek sebebi de şu: Onlar, kısa vadede sınırsız ekonomik büyümeyi, yeryüzünde insan hayatının devam etmesinden önde tutan bir öğretiye sonuna kadar sadık kalıyorlar. Oysa, sera gazı salımlarını bilimin gösterdiği çerçeve iç inde azaltmak için ne yapmamız gerektiği konusunda bir esrar perdesi yok önümüzde. Yapmamız gereken, tüketimi azaltmak. Bu kadar basit işte.

Ama, metaların ve enerjinin mütemadiyen artarak tüketilmesi esasına dayalı bir toplumda daha az tüketim, düşünülemez bile.

Kimse bütün soruların cevaplarını bilemez elbette, ama bunun önümüzdeki yegâne hayat tarzı olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu hayat tarzının hepimizi ortadan kaldıracağı neredeyse kesin bir gerçeklik olduğuna göre, bazı alternatifleri âcilen gözden geçirmemizde sonsuz yarar var. Bugün şurası çok açık ki, iklim değişikliğine karşı savaşı fiilen kazanabilmemiz için, her birimizin kendi yaşam tarzında köklü değişiklikler yapmak da yeterli olmayacak. İhtiyaç duyduğumuz değişimleri önlemek için ellerinden geleni asla artlarına koymayacak olan o çok kudretli yerleşik çıkarlara da bilfiil karşı durmak zorunda kalacağız. Basit birer tüketici olmanın ötesine geçmek zorundayız.

Eşi benzeri görülmemiş bir dönemden geçiyoruz. Denetimden çıkmış küresel ısınmanın önüne geçmek, tüm insanlık tarihinin en önemli biricik görevi – ve bu görev bizim omuzlarımıza kaldı. Bunu biz omuzlamazsak, hayatımızda başarmak için uğraştığımız her şey ya yerle bir olacak ya da tüm anlamını kaybedecek. Bizden önceki kuşaklar bu sorun hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bizden sonra gelecek olanlarınsa bu konuda hiçbir şey yapmaya güçleri yetmeyecek. Bize gelince, bizim hâlâ biraz vaktimiz var! Ama, hemen harekete geçsek iyi olur.(LM/ÖM/EÜ)

13 Ekim 2008 Pazartesi

19 Ekim Pazar günü saat 12:00'de buluşuyoruz...



Tarih:
19 Ekim 2008 Pazar
Zaman:
12:00 - 15:00
Yer:
Öğümce köyü - Beykoz (Cam Ocağı Vakfı ile aynı köyde)

Öğümce köyü, henüz bozulmamış ormanları, toprağı ve insanı ile doğa dostu tarım konusunda fırsatlar sunan Istanbul'daki nadir bölgeler arasında.

Orman köylüsü Cumhur Denizkıran, yıllardır süren "temiz" çiftçilik deneyimlerini bizlerle paylaşacak. Sağlıklı ürünlerin tedarik edilmesi, bu topraklarda ihtiyacımız olan gıda üretimi için birlikte hareket etme imkanlarını irdeleyeceğiz. Doğal, organik, sağlıklı üretim konularında merak ettiklerimizi konuşacağız. Slow Food hareketinin 23-27 Ekim'de 100 ülkeden 10 bin kişi ile Torino'da gerçekleştireceği Terra Madre toplantısından bahsedeceğiz.

Yağmur yağsa bile, sıcak çayımızı huzurla ve ıslanmadan yudumlayacağımız Cumhur abinin bahçesinde buluşmak dileği ile...

30 Eylül 2008 Salı

Kışladağ'dan merhaba

Öncelikle, tazminat davasının “benim” değil, “bizim” olduğunu söyleyerek Ankara’ya gelen ve gelemeyen ve yürekten destekleyen tüm dostlarıma, Ankaralı dostlarımıza en içten teşekkürlerimi -Kışladağ’dan toplanmış bir kır çiçeği demeti gibi-sunuyorum. Ve bu teşekkürümü öykü tadında kısa izlenimimle gönderiyorum. Umarım beğenirsiniz. iYİ BAYRAMLAR... M. Sakaryalı

Öykü tadında izlenimler / İNAYLILARLA ANKARA’DAN DÖNERKEN…

25.09.2008 günü Ankara 25 Asliye Hukuk Mahkemesindeki duruşmadan.

Av. Arif Ali Cangı:

“Sayın yargıç,

Bu davanın yazılı evraklar üzerinden yürütüleceğini biliyorum. Ama dava çok önemli, bu nedenle 4-5 cümle söylemek istiyorum. Müvekkilim herhangi bir kişi değildir, Kışladağ bölgesinin yetiştirdiği bir aydındır. Kışladağ altın madeni civarında ve İnay köyünde yaşanan yaygın kuzu ve tilki ölümlerinin nedeninin araştırılmasını istemiştir. Bu ölümlerin siyanür liç yöntemiyle işletilen altın madeninden kaynaklanabileceği yönündeki kuşkuları dile getirmiştir. Çünkü iki yıl önce yüzlerce insanın siyanürd en zehirlendiğinin kan tahlilleriyle kanıtlandığı bilinmektedir. Dolayısıyla şirkete hakaret sayılacak bir durum yoktur. Şirketin itibarı zarara uğramamış, üstelik Çevre bakanlığı nezdinde artmıştır, çünkü Danıştay’ ın kapatma kararına rağmen maden Çevre Bakanlığının kanunsuz emriyle yeniden açılmıştır. Davanın önemi nedeniyle müvekkilim de söyleyeceklerini söylemelidir.”

Yargıç: “3-4 kelime söylesin”

Davalı, Muammer Sakaryalı: “3-4 sözcük bir cümle yapmaz. Ben 3-4 cümle söylemek istiyorum. Ben İnay köyündenim, eğitimciyim, o bölgeyi çok iyi bilirim, araştırma kitabını yazacak kadar bilirim.”

Yargıç: “Evet, kitabınız dosyada var.

Davalı: “Biz karşımızdakini- Tüprag tarafını göstererek- sevmesek de hatta düşman bile bellesek de, bizim lügatimizde hakaret yoktur! (Elindeki fotoğrafları göstererek) İnay’da yüzlerce kuzu ölmüş ve sakat doğmuştur. Tilkiler ölmüştür. Köyde yaşayan en yaşlılar 70 yıldır hiç böyle bir şey görmediklerini söylüyorlar. Bu durum derin endişe yaratmıştır, bu az bir şey midir? Bu endişenin n edeninin yetkililerden araştırılmasını istemişizdir, Kışladağ altın madeninden kaynaklandığı yönündeki kuşkunun giderilmesini istemişizdir, “bu ölümler ve anomaliler umarım ve dilerim ki Kışladağ altın madeninden kaynaklanmamıştır” demişizdir. Çünkü insanlarımızda “acaba çocuklarımız da böyle ayaksız, gözsüz, sakat mı doğacak” endişesini giderin demek kimseye hakaret değildir. (Sözümüz burada kesildi. Son cümle şöyle olacaktı: “Kışladağ’da saygınlığı zedelenen topraktır, ağaçtır, sudur, havadır ve bilcümle canlı yaşamdır, dolayısıyla yargılanması gereken ben değil Eldoradogold-Tüprag’tır.)

“Çok moralli dönüyorum,” diyordu Ertuğrul Barka, 25 Eylül 2008 günü Ankara’dan dönerken. Nedenini de şöyle açıklıyordu: “Tüprag bu 50 milyarlık davayı açtığı zaman, bir savunma stratejisi önermiştin:

“Bu davayı Tüpragın yargılanması davasına dönüştürmeye ne dersiniz? İnadına yüksek sesle nasıl konuşulurmuş bir görsünler. Suyun, havanın, tohumun, toprağın ve canlı yaşamın onuru nasıl savunulurmuş göstermeye ne dersiniz? Bir tarafta İnay köylüleri ve çevreci dostlar, bir yanda avukat ordusu ve basınla, Eldoradogold-Tüprag’ı yargılamaya ne dersiniz?” demiştin. Bu önerin olumlu karşılanmış ve inay köylüleri, elele hareketi, egeçep, beyaz adımlar platformu, marçep, gümçed, Çanakkale çevre platformu ve birçok güzel insan davaya sahip çıkmıştı ve destek vermişti.

İşte o stratejiyi yaşama geçirme süreci öngörüldüğü gibi başladı ve başlangıç çok iyiydi. Tüprag bu davayı açtığına pişman olacak. Dava vesilesiyle Kışladağ bölgesinin mağduriyeti dile gelecek, Tüprag ve siyanürlü altın madenciliği teşhir edilecek, Muammer Sakaryalı’nın yalnız olmadığı gösterilecek, yaşam alanlarımızı mahveden şirketlere bir bakıma taşeronluk yapan AKP hükümetinin hukuk tanımayan tutumları eleştirilecek…”

Bu düşünce ve duygu yalnızca Barka’nın değil, duruşma için Ankara’ya giden ve orada “Bu dava hepimize açılmıştır, her yer İnay hepimiz İnaylıyız…” diye yiğitçe bir tutum sergileyen tüm dostların ortak duygusu ve düşüncesiydi.

İzmir’den ve İnay köyünden 2 otobüs dolusu insan gitti Ankara’ya. İnaylıların içinde oruçlu kadınlar ve erkekler de vardı. Ankara’daki mühendis ve avukat arkadaşlarla birleşildi. JMO’dan Ankara adliyesine eylemli olmadan yüründü. Başkent polisi her daim yanımızdaydı ve bize “göz kulak oluyordu.” “Kefenlerin, pankartların, davulun, çanların ve güzel keçi yavrumuzun adliyeye alınmayacağını” söyledi. Zaten bizim de o araç gereci duruşma salonuna almak niyetimiz yoktu. Duruşma salonuna sanık ve sanık avukatları dışında 10 kişinin alınabileceğini söyledi yargıç. 8-10 avukatımızla birlikte uygun sayıda yaşam savunucusu(20 kadar) içeri girdi. Karşı taraftan cübbeli bir erkek, cübbesiz iki bayan olmak üzere 3 avukat vardı, başka da kimseleri yoktu.

Sanık avukatları adına Arif Ali Cangı ve sanık Muammer Sakaryalı, söylenmesi gerekeni net şekilde ve kısaca söyledi. Mimar ve mühendis odalarının davaya müdahil olacağı bildirildi. Şimdi İnay’da hayvan ölümlerinin olup olmadığı ve nedenleri resmi makamlara soruldu. Av. Arif Ali’nin deyişiyle, “Dava iyi bir mecraya evriliyor.”

Duruşma çıkısında, adliyenin önünde; kefenler giyildi, pankartlar açıldı sazlar ve sloganlar eşliğinde Kışladağ’da olan bitinler anlatıldı. Arif Ali Cangı işin hukuki yanını anlattı. Davacı-Sanık, Ankara’ya gelen ve gelemeyen ama dayanışma duygusu içinde olan herkese teşekkür etti, “Daniska çevreci” ye kaşı yazılan yazılardan derleyip kitaplaştırdığı “Kampanyanın Daniskası” nı basına dağıtıp derelerin, dağların, ovaların, suyun kardeşliği için bir yeni kampanya çağrısı yaptı. Elele hareketi adına Halil Gezer, Beyaz adımlar adına Dündar Çağlan konuştu. Basının ilgisi iyiydi. Bütün bunlar olurken arkamızda 4 sıra halinde polis adliye ile aramızda duvar oluşturmuştu. Açıklamalar bitince buluşma yerine yüründü. Yürürken “toplantı ve gösteri kanununa aykırı hareket ediyorsunuz” ikazları devamlı sürdü. Ankaralı dostlarımızın içten dayanışmasıyla JMO da verdiği öğle yemeğinden sonra polisin “güvenliğimizi alması”yla otobüslerimize bindik. “Şimdilik hoşça kal Ankara, 19 Kasım 2008 de yeniden buluşmak üzere” deyip İzmir’e yöneldik. Yol boyunca yapılan sohbetler, okunan şiirler ve türküler gelmeyenleri kıskandıracak kadar güzeldi.

Saygıyla…

Not: Bugün Ertuğrul Barka yeniden aradı. Benim de katıldığım şu özeleştiriyi yaptık: “Her şey çok iyiydi, basının ilgisi çok iyiydi ama basında ve Tv lerde yeterince yer alamadık. Bundan böyle kesinlikle önceden hazırlanmış bir basın açıklaması ve fotoğraf çekecek bir görevli arkadaşımız kesinlikle olmalıdır.”

Muammer Sakaryalı

2 Eylül 2008 Salı

Akşam Gazetesi
24-08-2008
Özlem Köyoğlu

Organik abartılıyor mu?

Zaman her şeyi değiştiriyor. Eskiden elmanın gösterişli iri ve kırmızı olanı makbuldü şimdilerde herkes kimyasallara bulaşmadan en doğal haliyle yetiştirilen organik, küçük ama lezzetli elmaları tercih ediyor. Sağlıklı yaşamanın bir trend haline gelmesiyle bu ürünlere normalden kat kat fazla para veren insanların sayısı da giderek artıyor. Elbette insanların yaşadığı bu değişimden rahatsız olan çevreler var. Özellikle de organik olmayan ürünler satan büyük şirketler ve kimya endüstrisi bu durum karşısında hayli tedirgin. Bu gruplar organik ürünlerin diğerleriyle aynı olduğu konusunda yapılan araştırmalara da hayli destek veriyor.

Bilimsel konularda ileriye gidebilmek için bu tür araştırmalara ihtiyaç olduğu ortada. Ne var ki hız ve teknoloji çağında yapılan bilimsel araştırma verilerinin genellenerek internet ve medya aracılığıyla dünyaya yayılması insanlarda kafa karışıklıkları yaratıyor. Bu araştırmalar arasında en çok dikkat çekenlerden birinin sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklandı ve yine pek çok kişinin kafasının karışmasına neden oldu. Araştırma Kopenhag Üniversitesi’nde İnsan Beslenmesi Bölümü çalışanları Doktor Susan Bügel ve ekibi tarafından yapılmıştı. Bügel ve ekibinin araştırmasına göre organik ürünlerle konvansiyonel yani kimyasal ilaç ve hormon desteğiyle yetiştirilmiş ürünler arasında vitamin, mineral ve elementler bakımından hiçbir fark yoktu. Bu araştırmanın sonuçları dergiler ve gazetelerde yayınlanmaya başlayınca da olan oldu ve organik ürünlerin farklı şekilde yetiştirilen ürünlerle arasındaki farklar mercek altına alındı. Bu kaosta da olan yine ne yapacağına bir türlü karar veremeyen tüketiciye oldu. Peki, hangisi doğru? Organik ürünler gerçekten kimyasallarla yetiştirilen ürünlerden farksız mı? Bunu anlayabilmek için ortalığı karıştıran araştırmanın yapılış şartlarına bakmak gerekiyor.

ÜÇ FARKLI YÖNTEMLE YETİŞTİRDİLER

Susan Bügel ve ekibi bu araştırma kapsamında önce herkesin alışveriş listesinde yer alabilecek lahana, patates ve havuç gibi sebzeler seçti. Bu sebzelerin tohumları, ürünlerin yetiştiriliş biçimleriyle nitelik ve nicelikleri arasındaki bağlantıyı keşfedebilmek için iki ayrı sezonda üç farklı yöntemle yetiştirildi. İlk grup hiçbir kimyasal kullanılmaksızın organik bir şekilde; ikinci grup sadece gerekli olan zararlılara karşı normal düzenin gerektirdiği kadar kimyasal kullanılarak; üçüncü grup ise tamamen konvansiyonel yöntemle yani yasal olarak izin verilen her türlü ilaç ve hormon kullanılarak büyütüldü. Sonuç, üç ayrı şekilde yetiştirilen bu tohumlar arasında element, mineral ve vitaminler açısından hiçbir fark olmadığını gösteriyordu! Yetiştirilen sebzeler 2 yıl boyunca hayvanlara yedirilerek onların vücutlarındaki değerler ölçüldü. Bu aşamanın sonucu da diğerinden çok farklı değildi.

Organik ürünlerin dünya gıda pazarında yerinin büyümesi ve konvansiyonel ürünleri pazarlayan büyük şirketleri tehdit etmesi bu araştırmanın güvenilirliğini -her ne kadar saygın bir üniversite tarafından yapılmış olsa da- zedeliyor kuşkusuz. Üstelik araştırmanın yayınlandığı yer Kimya Endüstrisi Topluluğu’nun (Society of Chemical Industry) yayını olan Yiyecek ve Tarım Bilimi Dergisi’nin (Journal of the Science of Food and Agriculture) son sayısı.

YARARLIDAN ÇOK ZARARLI OLAN ARAŞTIRILMALI

Ancak Dr. Bügel ve ekibinin araştırması da dahil olmak üzere, tüm organik ürünleri tartışan çalışmaların güvenilirliğini zedeleyen bir nokta var ki konunun uzmanları bunun altını çizmeyi hayli gerekli buluyor. Uzmanlar bu tarz araştırmalarda gerçek farkın ortaya çıkması için organiğin yararlarından çok konvansiyonel olarak üretilen ürünlerin insan sağlığına zararları üzerinde durulması gerektiğini söylüyor. Ama bu konuda bilim adamlarını suçlamadıklarını da belirtiyorlar. Çünkü bu tarz çalışmaların net sonuçlara ulaşabilmesi uzun vadede yapılacak değerlendirmelere bağlı. Bu yüzden bitkilerin yetiştirilmesinde kullanılan kimyasalların insan vücudunda ne kadar sürede etkisini göstermeye başladığına dair bilimin elinde henüz net bilgiler yok.

Organik ürün yanlıları bunu tartışadursun kimya endüstrisi bu araştırmayı destekleyen açıklamalarını ardı ardına yayınlıyor. Geçtiğimiz günlerde Kimya Endüstrisi Toplululuğu (SCI)’nın onur üyesi Dr. Alan Baylis’in yaptığı açıklama da bunun bir uzantısı. Dr. Baylis, bitkiler için kullanılan kimyasal ilaçların insanlara zarar vermediğini şu sözlerle anlatıyor: Bitkileri hastalık ve zararlılara karşı koruyan kimyasallar artık çok dikkatle üretiliyor. Bunların insan vücuduna hiçbir zarar vermemesi için hassas bir şekilde çalışıyor ve başarıya da ulaşıyoruz.

Tüm bu karmaşanın ortasında kalan, doğayla birlikte hareket etmeyi, beslenmeden meslek seçimine bir yaşam tarzı haline getirmiş günümüz insanı ise şaşkın bir halde olup biteni seyrediyor. Sonuçta neyin ne olduğunu zaman gösterecek ama sanırız bu süreçte yapılacak en doğru şey, bu karmaşadan en az ‘hasarla’ çıkabilmek. Böyle düşünenlerin sayısı çoğaldığı için de nasıl bir araştırma yapılırsa yapılsın organiğe ilgi bitecekmiş gibi görünmüyor.

Organik tarım moda değildir - Cem Birder

Açık Radyo’da uzun süredir Toprak Ana adlı bir program yapan Cem Birder, aynı zamanda doğal ve sağlıklı yaşam konusundaki mücadelesiyle dikkat çeken Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin eski genel müdürü. Birder, bu araştırmanın henüz yeni olduğunu ve güvenilirliğini kanıtlaması için zamana ihtiyaç olduğunu söylüyor:

Araştırmayı yapanlar 2 sene uğraşarak ‘organik ve konvansiyonel yetiştirilen ürünler arasında bir farklılık yoktur’ sonucunu çıkaracak yöntemi bulmuş olabilirler. Ama bence bunun bir adım ötesine geçmek lazım. Birincisi, bu araştırmada konvansiyonel dediğimiz kimyasal ilaç ve gübrelerle desteklenerek yapılan üretimin bitki türleri içinde ne gibi kimyasal kalıntılar bıraktığına ve bu kalıntıların insan sağlığını nasıl etkilediğine dair hiçbir bilgi yok. İkincisi, bu iki tür yetiştirme biçiminin doğaya etkisi üzerine veriler de çalışmaya eklenmemiş. Bu kimyasalların çevreye verdiği zararlar bugüne kadar pek çok önemli üniversitenin yaptığı araştırmalarla kanıtlandı. Bu tarz üretimin toprak değerlerini öldürdüğü, burada kullanılan sentetik esaslı gübrelerin yeraltı sularına karıştırdığı zehirler ve bunun doğada yarattığı kayıplar açıklandı. Araştırmanın doğruluğunun tespiti için bir de bu alanda araştırma yapan bilim adamlarına yorumlatmak lazım. Ayrıca araştırmayla ilgili tehlikeli bir nokta var ki bu pek çok kişinin gözünden kaçıyor: ‘Organik ürünler konvansiyonel ürünlerden farksız’ şeklinde bir genellemeyi yayarak bu önemli konuyu masum hale getirmek, bu iki ürünü birbirinin aynıymış gibi göstermek çok sakıncalı. Bu genellemeden ‘organik tarım zaten bir modaydı’ yorumuna çıkılır ki bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır.

Kimyasalların etkileri 2 yılda ortaya çıkmaz

Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Ana Bilim Dalı Başkanı Ahmet Canbaş, Kopenhag Üniversitesi’nin yaptığı araştırmayı yorumladı: Bu araştırmanın sonucu hedeflediği noktaya göre doğru olabilir. Ama bu sonuç yine de organik ürünlerin diğer şekillerde yetiştirilen ürünlerden hiçbir farkı olmadığını kanıtlamaz. Ayrıca bu 2 yıl süren bir araştırma. Kimyasalların etkileri, bununla oluşan kanser türleri bu kadar kısa sürede ortaya çıkmaz. Bu tür zararlar uzun süreli tüketimler sonucunda kendini gösterir. Öte yandan bu tarz ürünlerin arasındaki aroma yani lezzet farkı da gayet önemlidir.

Yine de bu araştırmanın sonucunu bir görüş olarak ele almak gerek. Bu işi her ne kadar bilimsel bir ekip de yapmış olsa bir araştırmadan genel bir sonuç çıkarmak bana göre çok doğru değil. Araştırma bir kenarda durur, yapılan diğer araştırmaların sonuçlarıyla birleştirilir. Zaten bilimsel araştırmalar böyle ilerler. Kişisel olarak ben organik ve konvansiyonel üretim sonucunda ortaya çıkan ürünlerin arasında fark olmadığını kabul etmiyorum. Hiçbir gıda uzmanının da bunu kabul edeceğini düşünmüyorum. Bir tek araştırmayla karmaşık ve ayrıntılı bir konudan genel bir sonuç çıkarılamaz.


29 Mayıs 2008 Perşembe

KİRAZLI’da EKO-KÖY PAZARI AÇILDI

Türkiye’nin ilk “ eko-köy pazarı “Kirazlı Köyü’nde düzenlenen törenle açıldı. Kaymakam Mustafa Esen; “Kirazlı Köyü bir ilki gerçekleştirdi. Kirazlı Köyü ile gurur duyuyorum. Bu çalışma tüm Türkiye’ye örnek olacak” dedi.

Kuşadası'nın kirazı ve doğasıyla ünlü Kirazlı Köyü'nde Türkiye'nin ilk "Eko-köy Yerel Ürünler Pazarı" kuruldu. Ekolojik tarımla geleneksel köy üretimini buluşturarak üretilen yerel ürünlerini, köyün eski adı olan "Küplüce" markasıyla satışa sunulduğu 'Eko-Köy Yerel Ürünler Pazarı' düzenlenen törenle hizmete açıldı. Bundan sonra her Pazar günü köyün meydanında kurulacak olan pazaryerinde üretici ile tüketici ürünün kaynağında buluşacak. Büyük ilgi gören Kirazlı Eko-Köy Pazarı’nda taze sebze, meyve ile zeytinyağının yanında köyün kadınlarının ellerinden çıkmış, geleneksel ev ürünlerini de bulmak mümkün.




Üç yıl önce Köy Muhtarlığı, Kirazlı Ekolojik Yaşam Derneği ile Kirazlı Köyü Sulama Kooperatifinin öncülüğünde başlayan, GEF-SGP'nin desteklediği "Eko-köy" projesi kurulan köy pazarı ile meyvesini verdi. Köyde yaklaşık 50 çiftçinin katılımıyla sürdürülen ekolojik-tarım projesi çalışmaları çerçevesinde üretilen ürünlere ilgi artınca "Eko-köy" pazarı kurulmasına karar verildi. Türkiye’nin ilk “ Eko-Köy Pazarı”nın açılışına Kuşadası Kaymakamı Mustafa Esen, Kuşadası Belediye Başkan Vekili Bahadır Yıldırım, Davutlar Belediye Başkanı Tuncay Uysal ile birlikte bölgede ekolojik tarımın öncülerinden turizmci Diana Turizm’in sahibi Hasan Tonbul ve eşi Gürsel Tonbul, kalabalık bir davetli topluluğu ve Kirazlı Köyü sakinleri katıldı. Halk oyunları gösterileri ile yöresel gösterilerin yapıldığı açılışta ilk konuşmayı yapan Kirazlı Köyü Muhtarı Hüseyin Fırat, kurulan pazarda ürünlerin üreticiden, tüketiciye doğrudan ulaştığını söyledi. Ekolojik tarımda yaptıkları çalışmalar sonucu üretilen ürünlerin büyük ilgi gördüğüne dikkati çeken Muhtar Fırat, “Çalışmalar sonucu ürettiğimiz ürünler büyük ilgi gördü. Bunun üzerine Türkiye'nin ekolojik ve geleneksel köy ürünlerinin satılacağı ilk pazarını kurduk. Köyümüzün eski ismi olan 'Küplüce' yi Kirazlı Köyü ürünlerinin markası olarak tescil ettirdik. Burada, sadece Kirazlı köyünde üretilen ürünler satılacak “ dedi. Açılışta konuşan Diana Turizm’in sahibi Hasan Tonbul ise bir turizmci olarak bölgede ekolojik tarımın gelişmesine büyük önem verdiklerini belirterek, “Eşimle birlikte Kirazlı Köyü’ndeki ekolojik tarımın gelişmesini destekliyoruz. Köyün üretken ve çalışkan kadınları ile köylüler bu çaba sarfetti ve bugünlere gelindi" dedi. Kirazlı Köyü’ndeki ekolojik tarım çalışmalarına büyük destek veren ve Eko-Köy Pazarı’nın açılması için çaba sarfeden Kuşadası Kaymakamı Mustafa Esen de Kirazlı’nın bir ilki gerçekleştirdiğini belirterek, “Kirazlı Köyü ile gurur duyuyorum. Bu çalışma tüm Türkiye’ye örnek olacak" diye konuştu.

Konuşmaların ardından geleneksel köy üretimini ekolojik tarımla buluşturan Türkiye’nin ilk eko-köy pazarı Kuşadası Kaymakamı Mustafa Esen tarafından hizmete açıldı. Kuşadalıların yanı sıra yerli ve yabancı turistlerin de yoğun ilgi gösterdiği Eko-Köy Pazarı’nda geleneksel ürünler köy kadınları kendi aileleri için ürettikleri şekilde tüketiciye sunuluyor. Kuşadası'na 10 kilometre uzaklıktaki Kirazlı Köyünde bundan sonra her Pazar günü kurulacak olan "Eko-köy Pazarı"nda ekolojik olarak yetiştirilmiş hemen her çeşit sebze ve meyve satılacak. Meraklıları köyün yerel türleri olan Osmancık üzümü ile Kara-kirazdan yapılmış meyve kurularını, pekmezi, sirkeyi, sarma-yaprağı ve reçellerini; yerli pembe domates salçası,alaca-dilme sofralık Şehir zeytini, Hamades(hurma) zeytin ezmesi ve hakiki sızma taş-baskı zeytinyağını; Karnıkara Börülce kurusu, Oturak Kuru Fasulye, Kurutulmuş Beyaz Bamya , Bük Nohut gibi köye ait yerel türlerden yapılmış özellikli ürünleri de Kirazlı Eko-Köy pazarında bulabilecek. Ayrıca, kadınların el emeği tarhana, bulgur, kuskus, erişte makarna gibi ürünler ile el sanatları da söz konusu pazarda yerini alıyor.


EKO KÖY PAZARI ile ilgili olarak Muhtar Hüseyin Fırat ile görüştük. “Bu pazarda üreticiden tüketiciye aracısız mal satılacak. Köylüler olarak organik biçimde üretiyoruz ve pazarımızda da satıyoruz. Üretenler olarak bundan biz de, tüketici de yarar sağlayacak. Gösterilen ilgiden dolayı çok memnunuz. Hedefimiz köyümüzü tüm olarak ekolojik tarıma geçirmektir” dedi.

1 HAZİRAN PAZAR GÜNÜ, “EKOLOJİK TARIMDA 3. GELENEKSEL KİRAZ FESTİVALİ"

Muhtar Fırat’a 1 haziranda yapacakları “EKOLOJİK TARIMDA 3. GELENEKSEL KİRAZ FESTİVALİ”ni de sorduk. “Köyümüzde 50 yıldır Kiraz Festivali yapılıyor. Ama 3 yıldan beri de ekolojik tarım yaptığımız için festivalimizi bu biçimde geleneksel hale getirdik. Tüm çalışmalarımızın amacı; köyümüzü tanıtmak, organik ürünlerimizi ülkemize tanıtmak. Ki geçen yıl 13 ton kirazımızı İngiltere’ye göndererek bu yolda önemli bir adım da attık. Kirazlı Köyü Muhtarlığı olarak 1 haziranda yapacağımız festivalimize tüm Kuşadalıları davet ediyoruz” dedi.

6 Nisan 2008 Pazar

Finans devleri bakliyata yönelince fiyatlar katlandı

Ali Rıza Karasu, Zaman -
06 Nisan 2008, Pazar

Amerika kaynaklı küresel krizle boğuşan dünya ekonomisi, gözünü tarıma dikti. Gıda fiyatları bütün ülkelerde hızla artıyor. Pirinç başta olmak üzere bakliyat fiyatları neredeyse ikiye katlandı.

Pirinç 8 günde 30 Ykr yükseldi



Uzmanlara göre bunun 3 temel sebebi var: Kuraklık sebebiyle ürün rekoltesinin düşmesi, tarım alanlarının biyolojik yakıt ürünlerine ayrılması ve hisse senedi piyasalarından ayrılmaya başlayan uluslararası fonların emtiaya yönelmesi. Yükselişin diğer bir sebebi de Çin ve Hindistan'ın protein ağırlıklı beslenmeyi teşvik etmesi. Bir ay önce kilosu 2,20 YTL olan baldo pirincin 4,5 yeni liraya çıktığını belirten Reis Gıda Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Reis, spekülatörlerin vatandaşın cebinden 150 milyon dolar çıkardığını savunuyor. Tera Menkul Değerler Pazarlama Direktörü Ersagun Şimşek de fiyatlardaki yükselişi büyük fon gruplarının emtia ürünlerine yatırım yapmasına bağlıyor. Şimşek'e göre hisse senedi piyasalarında geçmişte iyi para kazananlar, ABD merkezli finansal krizin etkisiyle emtia yatırımına başladı. Yeni oyuncuların, dünyanın resesyona (durgunluk) gireceği öngörüsünde bulunduğuna dikkat çeken Şimşek, "Gıdaya ilginin artacağını ve fiyatların yükseleceğini tahmin ederek bu alana giriyorlar. Bu sebeple fiyatlarda ciddi bir artış oldu. Pirinç son bir haftada yüzde 30'un üzerinde değerlendi." ifadesini kullanıyor.

Küresel ısınma yüzünden geçen yıl birçok ülkede kuraklık yaşandı. Uzmanlara göre kuraklıktan en çok etkilenen ülkelerden biri ise dünyanın önemli tahıl ambarlarından olan Avustralya oldu. Bu ülkedeki verim düşüklüğü özellikle tahıl ürünlerini olumsuz etkiledi. Dünya genelinde ekmeklik buğday fiyatları, hasat döneminden bu yana % 100 arttı. Bakliyat ürünlerinde ise yaşanan verim düşüklüğü kuraklıkla birlikte tarım alanlarının önemli bir bölümünün biyolojik yakıt üretiminde kullanılan soya, kanola ve aspir gibi ürünlere ayrılmasına bağlanıyor. Amerika'da bile fiyat artışlarının yaşanması üzerine, dünyayı yeni bir açlık dalgası korkusu sardı. Özellikle fakir ülkelerdeki gıda ürünlerinde yaşanan fiyat artışları bu ülkelerdeki tedirginliği artırdı. Hububat fiyatlarındaki artışın önemli bir kısmının spekülatörlerin bu alana yatırım yapmasından kaynaklandığı ifade ediliyor. Uzmanlara göre, borsa ve hisse senedindeki kâr ihtimalinin doygunluk noktasına geldiğini gören spekülatör ve yatırımcılar kendilerine yeni bir yatırım alanı seçti: Petrol, metal ve tahıl. Petrolün varili 100 doların üzerine taşındı. Altın, tarihinin en yüksek seviyelerini görerek düşmeye başladı. Dünya genelinde pirinç fiyatlarının aşırı artması satıcı ülkelerin kendi iç piyasalarında fiyatları kontrol altına almak amacıyla ihracatı durdurmalarına bağlanıyor. Bu ülkelerden biri olan Mısır'da halk, ekmek ve pirinç fiyatlarının artması üzerine bir süre önce protesto gösterilerine sahne olmuştu. Hükümet bunun üzerine iç talebi karşılayabilmek için ihracatı askıya aldığını açıkladı. Hindistan ve Tayland'dan sonra dünyanın ikinci büyük pirinç üreticisi olan Vietnam'ın da ihracatı durdurması fiyatları tetikledi. Sezon Pirinç Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Erdoğan, Mısır'ın ihracatını iç piyasada fiyatları kontrol altında tutmak için durdurduğunu, aslında üründe bir sıkıntı bulunmadığını anlatıyor. Mısır'da hasat döneminde tonu 425 dolar olan pirinç, % 110 artarak ihracat yasağının konulduğu 1 Nisan'da 860 dolara kadar çıktı. Mehmet Erdoğan, Türkiye'de ise üretici fiyatlarının dünyadaki artışın altında kaldığını belirtiyor. Türkiye'de kuraklığın rekolteyi yüzde 15 oranında etkilediği tahmin ediliyor. Düşük kalan bu orana rağmen birçok ürünün fiyatının aşırı artması dikkat çekici bulunuyor. Bazı bakliyat ürünlerine yüzde 166'yı bulan oranlarda zam yapıldı. Baldo pirincin fiyatı son bir ayda % 104 artarak 2,2 yeni liradan 4,5 yeni liraya çıktı. Dünya genelinde ekmeklik buğday fiyatları % 100 artarken, Türkiye'de hasat dönemine göre % 30-35 oranında kaldı. Polatlı Borsası'nda 1 Ağustos'ta 45.10 YTLolan bir kilo ekmeklik Anadolu kırmızı sert buğdayın fiyatı 3 Nisan 2008'de 68.30 YTL'den işlem gördü. Geçen ağustosta kilosu 45-46 yeni kuruş olan makarnalık durum buğdayının fiyatı 85 yeni kuruşa yükseldi. Buna rağmen un, bulgur ve irmik fiyatların tavan yapması spekülatif bulunuyor. Bulgur, geçen yıl ekim ayında toptancıda 80 yeni kuruştan satılırken, şimdi 1.50 yeni lira. Son birkaç ayda fiyatı en çok artan ürünlerin başında pirinç ve makarna geliyor. Geçen yıl ağustos ayında kilosu 45-46 yeni kuruş olan makarnalık durum buğdayının fiyatı 85 yeni kuruşa yükseldi. Hammaddesinde yüzde 90'ı bulan bu artış sonucu 1 kilogram makarna 1.50 YTL oldu. Makarna, Eylül 2007'de 85 yeni kuruş, Ocak 2008'de 1.30 YTL'den satılıyordu.

Balıkesir'in Gönen ilçesinde kurulu bulunan Mutlular Çeltik Fabrikası'nın İzmir temsilcisi İsmail Arda Birgül, işleyecek ürün bulamamaktan şikâyet ediyor. Çiftçide çeltik kalmadığını, tüccarın da elindeki ürünü piyasaya vermeyerek stokta kalmayı tercih ettiğine dikkat çeken Birgül, yaşananları şöyle anlatıyor: "Pirinçteki durum biraz rahmetli Bülent Ecevit'in dönemine döndü. Herkesin elinde yağ olmasına rağmen piyasada kıtlık vardı. Fiyat artar beklentisiyle kimse satmıyordu. Pirinçte de aynı durum yaşanıyor. Fiyatlar her gün artıyor. Satılanın parasıyla aynı miktarda ürün alınmıyor." Ege Bölgesi'ne bakliyat ürünleri dağıtan Perşembe Bakliyat'ın sahibi Ömer Perşembe, bakliyat ürünlerinin tamamının fiyatlarının arttığını belirtiyor. Fiyatı en çok artan ürünün pirinç olduğunu vurgulayan Perşembe, kuru fasulyedeki fiyat artışlarını ithalatın frenlediğine dikkat çekiyor. Perşembe, fiyat artışlarının tüketimi de % 50 düşürdüğü inancında. "Müşterilerimiz ya stoklarını tüketiyorlar ya da satış yapamadıkları için bizden mal çekmiyorlar." diyen Ömer Perşembe, halk pazarlarda bakliyat ürünü satanlardan satışların düştüğü bilgisini aldıklarını kaydediyor.


'Pirinç fiyatlarını kimlerin yükselttiği iyi biliniyor'

Pirinç fiyatları son bir ay öncesine göre % 100'ün üzerinde arttı. Mart başında 2.20 YTLolan baldo pirinç, 3 Nisan'da 4.5 YTL'ye çıktı. Pirinçte görülen bu fiyat artışı, spekülatörler ve ithalatçıların Mısır, Hindistan ve Tayland'ın dış satımlarını durdurmasını fırsata çevirmesine bağlanıyor. Reis Gıda Başkanı Mehmet Reis, Türkiye'de fiyatları artıranların bilindiğine dikkat çekiyor. "Pirinç satanlar fiyatları dünya piyasasına entegre ettiklerini söylese de bu gerçekçi değil. Dünya fiyatları bu kadar yükselmedi." diyen Reis, fiyatların bu seviyeye gelmesinde Toprak Mahsulleri Ofisi'nin (TMO) elindeki ürünü vakitsiz ve ucuza satmasının da etkili olduğunu ifade ediyor. Reis'in verdiği bilgiye göre ofis bir ay önce elindeki 36 bin ton çeltiği sattı. Ofisin elinde çeltik kalmayınca fiyatlar hızla arttı. Ofisin kilosunu 70 yeni kuruştan fabrikalara ve ithalatçılara sattığı çeltik şu anda 1.50 YTL. Mehmet Reis, ofisten çeltiği alanların Mısır, Hindistan ve Tayland gibi ülkelerin dış satımlarını durdurmasını da fırsat bilerek ürünlere günlük zam yaptığını kaydediyor. Reis, pirinç fiyatlarında son bir ayda yaşanan artış sebebiyle vatandaşın cebinden 150 milyon dolar çıktığını iddia ediyor. İddiasına da şöyle açıklık getiriyor: "Bir ay önce (mart başı) baldo pirinç 2.20 YTL idi, şimdi 4.50 YTL. 1.50 YTL olan Osmancık bugün 2.80 YTL. Önümüzdeki haftanın fiyatını bile açıkladılar, 3 YTL yapacaklar. Tonu 1,400 dolar olan ithal baldonun fiyatını 2,800 dolara çıkardılar. Mart ayının başında Türkiye'de 150,000 ton civarında pirinç vardı. Tonunda 1,000 dolar haksız kazanç elde ettiler." Mehmet Reis, fiyatları yukarı çekenlerin en büyük hamlelerini Ramazan ayı öncesinde yapmaya hazırlandığı görüşünde. Yeni mahsulün gelmesine 5 aylık bir süre bulunduğuna işaret eden Reis, "İthalatçılar başta olmak üzere belli kesimlerin elinde Türkiye'ye dört ay yetecek pirinç var. Kalan bir ayın ihtiyacı olan 50,000 ton pirinç öne sürülerek fiyatlar artırılıyor. Hükümet bu miktarı pirinç satışını durduran ülkelerden bile ikili ilişkilerini kullanarak getirebilir. 'Getiriyorum' dediği anda fiyatlar düşer." değerlendirmesini yapıyor.