Büyük büyük dedelerimiz ve ninelerimiz Anadolu’nun farklı bölgelerinde, tıp, tarım ve ekosistem alanlarında verdikleri inançlı ve uzun soluklu mücadelelerle biyolojik bilgeliği yarattılar. Pratik deneyimlemenin yerel savaşçıları elde ettikleri değerleri bir sonraki nesillere işlevsel uygulamalarıyla aktardılar.

Gelenekselliğin önemli ölçütlerinden biri olan yerel tohum dışında, verim uğruna vazgeçilmez bir koşul olarak önerilen monokültür, mekanik ekipman (traktör), suni gübre ve sentetik ilaç paket çözümleri, tarımsal üretimin hemen her alanında kullanılan hayvanın (gübre, iş gücü, besin, vb) gerekliğini ortadan kaldırmış görünüyor.

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde, temel seçim parametresinin finansal endeksli (kısa vadeli) karlılık hesabına dayandırıldığı yöntemler, yüksek verim uğruna çiftçiyi daha yüksek maliyetli girdi deseninde bir tarımsal üretim modeline mahkum ederken, tüketici açısından özellikle hormon ve ilaç kalıntısına bağlı gıda güvenliği daha çok sorgulanmak durumunda kaldı.

Daha yüksek verimlilik beklentilerinde geleneksel tarım dünyanın bilhassa 'gelişmiş' bölgelerinde ölmeye yüz tutarken, üretim metotlarına bağlı olarak gıdalar, sağlık sorunlarının önemli sebepleri arasında yer almaya başladı. Az gelişmiş bölgelerde ise (yerel) geleneksel tarımın yok oluşu küreselleşme ve diğer ülkelerdeki yüksek tarımsal sübvansiyonlara bağlı olarak, tercih edilebilecek konvansiyonel tarımın değil, ekonomik çaresizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta.

Enerji kaynakları ve petrole bağlı tarımsal üretimin geleceği sorgulanmalı, kendine yeterlilik ve sürdürülebilirlik esasında, geleneksel tarım metotları, donanım ve hizmet (traktör üreticileri, ilaç ve gübre sanayi, endüstriyel tohum firmaları, kredi kuruluşları, sertifikasyon sistemleri) sağlayıcılarının karlılığı için değil, toprak ana, üzerinde yaşam sürdüren üretici ve onun emeğini destekleyen tüketici leyhine iyileştirilmelidir; bugünün ve yarının muhtemel şartlarını anlayarak ve yaşamı daha iyi analiz ederek...


6 Ekim 2009 Salı

Genetik gıdaya haramdır fetvası arayanlar

Yurtsan Atakan
5 Ekim 2009

http://www.aksam.com.tr/2009/10/06/yazar/14618/yurtsan_atakan/genetik_gidaya_haramdir_fetvasi_arayanlar.html

Kamuoyu ve medya tarafından sorgusuz sualsiz, ezbere doğruluğuna inanılan kimi çevreci mitlerle ilgili madalyonun diğer yüzünü aktardığım yazımın ardından gelen olumlu, olumsuz tepkilerden biri de 'Slow Food'culardan geldi.

Slow Food, Carlo Petrini tarafından 1980'li yıllarda İtalya'da başlatılmış ve zamanla dünyanın çeşitli ülkelerinde organize olmuş bir hareket. Temel amacı 'fast food' kültürüyle savaşmak olsa da, yöresel üreticiliği önplana çıkartan felsefesinin doğal sonucu olarak genetiği değiştirilmiş gıda ürünlere de karşı bir duruşu var.
Geçen hafta, çevre bilinci olanların genetik gıdalara da ezbere karşı çıkmaması gerektiğini; genetiğiyle oynanarak çevreye daha az karbon salan ürünlerin geliştirilebileceğini; örneğin genetiğiyle oynanmış pirinçle, atmosfere yılda 50 milyon ton daha az karbon salınabileceğini yazınca, kendilerince haklı nedenlerle itiraz ettiler.

İtalya'daki Slow Food, bazı fikirlerine katılmasam da sempatiyle takip ettiğim bir hareket olduğundan Türkiye'deki kollarının neler yaptığını merak edip, bu kollardan birinin liderinin gönderdiği davete de uyarak İnternet'teki tartışma gruplarına katıldım.

Tıpkı dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çok başarılı çalışmaları var. Amacım bu başarılarına gölge düşürmek değil ama tartışma listelerindeki mesajlarda rastladığım bir eylemleri öylesine yanlış ki, eleştirmemek mümkün değil.
Genetik gıdaya karşı açtıkları savaşta Diyanet İşleri'ne başvurarak GDO'ları yasaklatacak bir fetva almaya çalışmışlar. Diyanet'ten bekledikleri fetvayı alamayınca da çeşitli din adamlarının peşine düşmüşler. GDO'larla olan savaşlarında bilim yerine dini inançlardan medet ummaları komik ve uzun vadede tehlikeleri olan bir eylem.

Diyelim, ulema yarın kalktı GDO'lar haramdır diye fetva verdi ve Slow Food'cular da alkışladılar. Yarın aynı ulema kalkıp 'helal sertifikası' olmayan her türlü besin maddesi haramdır diye fetva vermeye kalkarsa ne yapacaklar, yine alkışlayacaklar mı? Helal sertifikası vermekten rant kazananlara aferin mi diyecekler? Yarının bu ulemasından, bugün haram fermanı dilenmek, ulemanın 'helal gıda' rantını bugünden meşrulaştırmak demek.

Geçen yazıma gelen olumlu tepkilerden biri ise Sabancı Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü'nde kurulan GDO Bilgi Platformu'ndan geldi. Prof. Selim Çetiner gözetiminde hazırlanan İnternet sitesinde GDO ile ilgili boş inançların bilimsel yanıtları veriliyor. Gücünü fetvadan değil bilimden alan bu bilgiler arasında bakın neler var:

İddia: Transgenik ürünler insan sağlığına zararlıdır.
Gerçek: AB üyesi 13 ülkeden 65 bilim adamının katılımıyla yürütülen ve 3.5 yıl süren ENTRANSFOOD projesi, halen üretilip tüketilmekte olan genetiği değiştirilmiş ürünlerin insan sağlığı açısından en az klasik yöntemlerle elde edilen ürünler kadar güvenli olduğunu ortaya koymuştur. (Konig ve ark., 2004; Kuiper ve ark., 2004).

İddia: Transgenik ürünler alerji yapar.
Gerçek: Piyasada bulunan hiç bir ürün transgenik içeriği nedeniyle alerjik değildir. Tüm transgenik ürünler piyasaya sürülmeden önce olası alerjik etkilerinin önlenmesi için kapsamlı analizlerden geçmektedir. (Konig ve ark., 2004).

İddia: AB ülkelerinde GDO'lu ürünler yasaktır.
Gerçek: Tamamen bilim adamlarından oluşan Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi, GDO'lu ürünlerin bilimsel esaslara dayalı risk değerlendirmesini yapmakla da görevlendirilmiştir. AB'de 1990 yılından bu yana 20 kadar GDO'lu ürüne, üretim ve yem veya gıda olarak tüketim izni verilmiştir (EFSA).
Madalyonun GDO yanlısı yüzü için www.gdobilgiplatformu.net, GDO karşıtı yüzü için ise www.gdoyahayir.org adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

17 Temmuz 2009 Cuma

Toprak Dede isyan etti: 'Ölüm en büyük çare!'

TEMA Vakfı Kurucusu ve Onursal Başkanı Hayrettin Karaca Türkiye'de iktidarların ABD'ye bağımlı olduklarından ve devlet yetkililerinin çevre ve tarım konularındaki uyarılarını dikkate almamasına isyan ederek, "Ölüm en büyük çare ölüm! Bundan kurtulmak istiyorum, çekemeyeceğim artık. Şu heyecanıma şu üzüntüme tahammül edemiyorum. Anlatamıyorum yahu Hayrettin beceriksiz adam, becerisi olsaydı anlatırdı bugüne kadar! Anlatamıyorum bunu" dedi.


Köylünün derdinin bilinmesi için onlarla beraber yaşamanın önemine değinen TEMA Vakfı Kurucusu ve Onursal Başkanı Hayrettin Karaca ‘‘Aç benim ulusum aç! Köylüm aç! Ben Türkiye’yi 340 bin kilometre geziyorum yatmadığım çadır yok. Yatmadığım kahve peykesi yok. Tanrı misafiri olmadığım köy ve kasaba evi yok. Ben halkın içindeyim. Ben derdi biliyorum. Toplumsal barış topraktan gelecektir’’ ifadesini kullandı. 20 dönüm toprakla bir köyün geçinebileceğini ve o köydekilerin çocuklarını okutabileceğini belirten Hayrettin Karaca, ‘‘Bunlar Türkiye’de var. Gidin görün 20 dönüm toprak. Ama bunu toprağın verimini koruyarak yapacaksın. Sen toprağın canını alırsan, toprak sana bir şey vermez’’ diye konuştu. Türkiye’de bugün erozyon denen dertle devletin uğraşmadığını söyleyen Karaca, ‘‘Devletin uğraşacağı da yok. Evet erozyonla uğraşan orman bakanlığı var ama yetmez’’ dedi. Kurucusu olduğu TEMA Vakfı ve Türkiye'de yaşanan tarım ve çevre sorunlarına ilişkin Cumhuriyet Haber Portalı'nın sorularını yanıtlayan ‘‘Toprak Dede’’ Hayrettin Karaca'nın verdiği yanıtlar şöyle:

- Tema'nın kuruluş öyküsünü anlatır mısınız?

HK: Çok uzun bir konu ama özetleyerek anlatayım. Ben Orman Fakültesi'ne gidip geliyorum 1974'ten bu yana o arada Vehbi Koç bir ağaçlandırma vakfı kurmak istiyor. Koç, ‘Ben ömrümün içinde bazı hizmetler yaptım ama bir de ağaçlandırma vakfı son olarak bunu yapmak istiyorum’ diyor. Orman Fakültesi'nden hocaları topluyorlar onlardan bilgi alacaklar nasıl böyle bir ağaçlandırma vakfı kuracaklarını öğrenmek için. Hocalardan bir kaçı Türkiye'de ormanlarla uğraşan birisi daha var, Hayrettin Karaca onu da dinle diyorlar ve Hayrettin'i çağırıyorlar ve Hayrettin de gidiyor oraya. Bakıyorum ki Vehbi Bey'in istediği şu: Devlet arazi verecek, devlet kavak ağaçları verecek. Onlar dikilecek ve vakıf oradan bir gelir elde edecek, yine devlet ağaç verecek, vakıfta büyüyecek. Ve Türkiye ağaçlandırılacak. Devlet arazi verecek, devlet ağaç verecek zaten kavak yapılıyor burada ticareti de yapılıyor. Ben dilim döndüğü kadar ormanı anlatmaya gayret ettim. Ormancılığı anlatıyorlardı ona ama bende bildiğim şekilde anlattım. Vehbi Bey ne şekilde algılarsa o beni ilgilendirmiyor. Ben bildiğimden şaşmam, açıkça söylüyorum: ‘Sayın Vehbi Bey senin yaptığın ticarettir. Ticaret yapmak istiyorsun senin bu yaptığın vakıf değildir. Devlet sana arazi verecek, devlet sana ağaç verecek. Peki vakıf ne yapacak. Buradakini satacak yine de vakfa gelir olacak. Peki vakıf ne yapsın?’ Vehbi Bey, ‘Ağaçlandırma yapacak’ yanıtını verdi. O ağaçlandırma kavak dedim, ticareti yapılan bir şeydir. Sonra anlattım. ‘Peki sen bunları bana yaz bakalım’ dedi. Onları yazdık. Ben mektubu gönderdim. Aradan 5 - 6 sene geçti Vehbi Bey beni aramadı. Biz Nihat Gökyiğit ile aynı apartmanda oturuyoruz altlı üstlü. Bir komşu muhabbetimiz vardı, birbirimizi sevdik. Bir gün Nihat bana ‘Vehbi Bey ağaçlandırma vakfı kurmak istiyor. Bana öyle bir şey söyledi benden yardım istiyor’ dedi. ‘Ben zaten söyleyeceklerimi Vehbi Bey'e söyledim yazdım gönderdim geçti’ yanıtını verdim. Nihat, ‘Böyle bir şey var gel gidelim’ dedi. Vehbi Bey'e gittik konuştuk. Ben yine aynı şeyleri söyledim Vehbi Bey'e. Ben bunu size yazmıştım deyince, Vehbi Bey, ‘Yazdın da öyle oldu böyle oldu. Sen bunları bana tekrardan yazar mısın?’ cevabını verdi. Ben Sayın Vehbi Koç, Sayın Nihat Gökyiğit ikisine müştereken bunu yazdım. Onu Vehbi Bey okuyor fakat yine de kafası yatmıyor. Onun derdi ağaç dikmek. Güzel de ağaçlandırma ayrı bir şey orman farklı bir şey. 10 ağaç diken herkes, ‘Benim de ormanım var’ diyor. Orman bir ekosistemdir, ağaç değildir onu anlatamıyorum. Sonunda ben dialarla anlatma kararı verdim. Benim Türkiye'de çektiğim 56 bin diam var 1965'ten bu yana ben şimdi onları tasnif etmeye başladım. 6 -7 bine indireceğim. Onları sayfama koyacağım ki herkes yararlansın. Ben dialarımı göstermeye başladım Vehbi Bey'e 300 dia hazırlamıştım. Vehbi Bey, 15 - 20 tanede ‘Tamam tamam ben beğendim bu işi, gidin vakfı kurun’ dedi. İşte TEMA'nın kuruluşu bu şekilde oldu.


'Okumamak Cumhuriyet'e ihanettir’

- Bize TEMA üyelerinden bahseder misiniz?

HK: Sana öncelikle ‘Yavru TEMA’dan bahsedeyim. Bugün Yavru TEMA'lar hızla çoğalıyorlar inanın. Topluma sesleniyorum. Türkiye'nin geleceğinden son derece huzurlu ve mutluyum. Cin gibi canavar gibi çocuklar yetişiyor ama şu cümleyi bilerek kullanıyorum. Her şeye rağmen diyorum anlayın! Her şeye rağmen canavar gibi, pırlanta gibi çocuklar geliyor. Hiç şüpheniz olmasın. Bunlar ‘Genç TEMA’ oluyorlar. Liselere ve üniversitelere gidiyorlar. Bunları biz kurduk ama durup dururken birileri çıktı ‘Mezun TEMA’ diye bir şey kurdular. Üniversiteden mezun olduktan sonra Mezun TEMA'yı kurdular. Bunlar değişik mesleklerden aralarında doktoru var, muhasebecisi var. İşte devlette görev almışı var araştırmacısı var, üniversitede hoca olarak kalmışları var. Var da var. Bunlar TEMA virüsünü almışlar. ‘Neden kurdunuz?’ dedim. ‘Vallahi özlüyoruz TEMA’yı’ cevabını aldım. İşte bunlar var, Genç TEMA'lar var. Bir yerde Anadolu'da bir yer onu söylemiyorum. Çünkü onları ifşa etmişim gibi olur. Bir faaliyet için oradayız ama Genç TEMA'larla konuşamıyoruz. Onlar benimle konuşmak istiyorlar. Ben son gün ayrılırken öğleden sonra kalkacak uçağa binene kadar, sabah sizinle olacağım sözünü verdim. Aşağı yukarı 45 kişi toplandık. 4 buçuk saat konuştuk, sıkılmadık konuşmaktan, doyamadık doyamadık! Onlar bırakıyor, ben alıyorum. Ben bırakıyorum, onlar alıyor. Ama orada bir şeye şahit oldum. Dini inançları birbirinden farklı çocuklar, siyasi görüşleri birbirinden farklı hem de tam çaprazlama, etnik kökenleri birbirinden farklı. Kimisi biz diyor bir yer adı söylüyor orada şöyledir. İkincisi biz İzmir'de diye başlıyor. Hepsi farklı yerlerle ilgili. Ama birisi Doğu Anadolu ile ilgili belli oluyor çocuğun konuşmasından. Bunlar var 3 yerden birbirinden ayrılmışlar bunlar ama bunları birleştiren bir şey var: Ülkenin sorunları. Bunlar bir araya gelmiş düşünebiliyor musun bunu? Hayrettin bunları görür de Türkiye'nin geleceğinden umutlu olmaz mı? İşte bunlar geliyor. Okuyun okuyun diyorum. Okumak ibadettir. ‘Okumamak Cumhuriyet’e ihanettir’ diyorum. İşte bu çocuklar bilgi sahibi olduğu sürece ülkenin, dünyanın sorunlarını nasıl çözeceklerine bugünden hazır olurlar. Onlara bir hedef verdim, iktidara ne vakit geleceğiniz belli olmaz. Belki 5 yıl sonra geleceksiniz. Ama 5 sene sonraki Dünya'yı ve Türkiye'yi şimdi bileceksiniz ki ona hazırlanın. İktidara hazır olacaksın daima. 10 senelik en az proje yapacaksın. Hatta 15 - 20 yıl sonrası için kendinize bir görev düşeceğine inanın. Uzun zaman geçebilir çünkü bu ekonomi denen canavar, sermaye denen bu canavar size o izni vermeye bilir. Ama buna hazırlanın, hazır olacaksınız. ‘Kabul ediyoruz’ demiyorlar ama gözelerime bakıyorlar. İşte TEMA bu sordun ya 560 il ve ilçede gönüllümüz var, bunlar her ay maaşlarına zam isterler. maaşlarına zam vermezsek de giderler. Yok böyle bir şey! Para falan istemezler, ceplerinden harcarlar. Bir öğretmen ‘Vallahi artık ben telefonlara, bu geliş gidişler için otobüs paralarına emekli maaşım yetmiyor. Beni affedin’ diyor. Böyleleri var, ama TEMA bu. Birleşmiş Milletler'e akredite olmuş TEMA Europe bir kardeşimiz var. TEMA Deutschland, TEMA Nederland var. TEMA Kıbrıs var. 160'tan fazla parasız pulsuz çalışan danışmanımız var. Kırsal kalkınma projelerimiz var. Burada bilim adamına ihtiyaç var. Gelirler, tatilini bile yarıda keserek, bırakırlar çoluğunu çocuğunu ve o kırsal kalkınma projelerine giderler. Sonrada bir hesap pusulasına giderlerini yazarlar, şu parayı istiyoruz derler! Demezler demezler. Onlar demezler üstelik de ne derler biliyor musun? TEMA'ya çok teşekkür ederler bu imkanı verdiğimiz için. Böyle bir rezalet olabilir mi!! İşte Türkiye bu. Türk insanı budur. Bunu biz bilmiyoruz. Gücümüzün farkında değiliz. Gücümüzü bilmek için İstiklal Savaşı'nı değişik değişik yazılardan okuyun. Orada analarımızı, bacılarımızı görün bak. Onlar olmasaydı biz bu harbi kazanamazdık. Biz bir araya nasıl gelebiliyoruz. İrtibat, telefon yok, gazete yok. Biz nasıl bir araya geldik. O günkü imkanları düşünün telgraftan başka bir şey olamaz. Dağın tepesinde bacılarıma nasıl varabiliyorsun yahu. Varabilmişiz biz. Amasya Tamimi var istiklali tam dediği zaman, tam bağımsızlık istiyor Atatürk. Ötekiler de İngiliz ya da Amerikan mandası istiyorlar. Atatürk tek kalıyor. Hayatının sonuna kadar da tekti zaten. Ve orada diyorlar ki Mustafa Kemal Paşa'ya bunlar, ‘Hayal kuruyorsun paramız yok. Kahve içmeye paran yok. Bitti paran’ diyorlar. Mustafa Kemal Paşa, ‘Para bulunur’ diyor. ‘Ordu ama ordu yok’ diyor aynı kişiler. Paşa, ‘Kurulur’ diyor. ‘Peki kim yapacak bunu?’ diye soruyorlar. Mustafa Kemal Paşa ‘Ulusun azim ve kararı’ yanıtını veriyor. Ben demiyor, ulusun azim ve kararı diyor. İşte bugün bu ulus azmedecek, karar verecek. Geldikleri gibi gidecekler ama dünyaya düşman olmayacak yok. Ben yurtta sulh cihanda sulh demiş. Ve bunu yapmış tek ülkeyim. Anamı süngüleyip giden, köyleri yakıp giden. Mahsulü yakmış, ağaçları kesmiş atmış. İşte okuyorum Justin McCarty'nin kitabında var bunlar 15 il ve ilçeyi tüm yakmış. Buna rağmen ben elimi uzatıyorum. Buna rağmen ben barış yapıyorum. Venizelos Nobel'e Atatürk'ü aday gösteriyor.


‘Halka ineceğiz, halka indiğimizde her şeyi yapabiliriz’

Toprak sorununa gelirsek bunu nasıl çözebiliriz?

HK: TEMA'nın esas görevi erozyondur, topraktır ama halka inmeden toprak sorununu çözemezsin. Halka inmeden Türkiye’nin sorununu çözemezsin. Halka indiğimiz gün yapamayacağımız bir şey yok. Ne yapacağız? Bugün basını görüyorsun, televizyonları görüyorsun bunlar bağımlı mı? Bağımlı. Ama yarın bunların da bağımsız olmalarına sebep verecek elime bir imkan geçecek. Nedir o imkan? Halka inmişimdir. Halk ülkenin sorunlarına sahip çıkmaya başlamıştır. Ülkenin derdi vardır, onu anar ama bir eylem yoktur. Eylem gelmiştir. Basından alayım bir torbaya gazetelerin isimlerini koyacağız notere gideceğiz 3 yaşında bir çocuğu da alacağız. Bütün gazete temsilcilerini de çağıracağız. Sizin için bir kura çekiliyor kimin adı çıkarsa 3 ay gazeteyi almayacağız. Ve şuna şahit olacağız hiçbirinin diğerinden farkı yok. Şartımız bu, Türkiye'nin şu şu sorunlarına ortak olacağız; ama düşman olmayacağız hiç. Dünya sorunları da, dünya barışı da Türkiye'den kurulacaktır tabii ki. Bu ahlak bende var. ‘Komşuda pişer komşuya düşer’ demişim. ‘Komşusu aç yatanın yediği helal değil’ demişim. ‘Olanın olmayana borcu var’ demişim, ben bu kültürü yaşamışım. Yunan gelmiş yakmış gitmiş. Fakir kalmışız çok fakirdik; ama açımız yoktu. İşte bu çok fakirdik ama açımız yoktu. Komşu da pişer komşuya düşerdi ben bunu yaşadım. Uzun hikaye anlatırım. Şimdi o kültür bende var gitmez, genime işlemiş o. Ben Anadolu evladıyım. Ve inanacağım ve dünya barışı da bu Anadolu'da. Benim inancım bu, siz bunu yapacaksınız gençler. TEMA'yı sordun sen bana niye ben TEMA'nın dışına çıktım. TEMA'ya başka bir görev düştü. Halka ineceğiz, halka indiğimizde her şeyi yapabiliriz. Ne olacak o gazeteyi almayacağız, ötekiler dönecekler zaten. Çünkü onlarında başına gelecek aynı şey. Ama biz o gazeteye düşman değiliz o çıktı kuradan. Ama şimdi reklam ile yaşamayacak bir gazete olacak. Çünkü o gazeteyi ben satın alacağım. Gazetelerden birine gideceğim, Cumhuriyet'e ya da Milliyet'e büyük gazetelerden birine gideceğim. Bir tarım ve toprak sayfası yapın diyeceğim. Otomobil sayfanız bile var rezalet bu. Otomobil ekiniz çıkıyor, yapmayın bu size yakışmaz. Bunları yine yapın ama bir vasıtaya atın bir muhabir genci ve bir kameramanı, köy köy, kasaba kasaba, üniversite üniversite gezecek. Halkın içine girecek, oradan sana yön verecek. Sen onu yazdığın vakit de köydeki Ayşe Nine’nin derdini yazdığında, o zaman Ayşe Nine o gazeteyi alacak, çünkü kendini bulacak. ‘Basın benim derdime ortak oldu, bak şunların yaptıklarına’ diyecek. Ne olur o gazete o vakit? Çok satar, çünkü halkın derdine ortak olmuştur. İşte bu Hayrettin'dir. Hayrettin bu işte, idare ediyorlar ya gider ayak 88 yaşında. Hayrettin'in de kafasında da bunlar var. 1992 yılında Sayın Vehbi Koç ve Sayın Nihat Gökyiğit'e yazdığım evraktan okuyorum. Şunları yazmışım: ‘Erozyonla kaybettiğimiz topraklar o boyutlardadır ki, bu gidişle Türkiye yakın bir gelecekte çöl olacaktır. Hem çok zengin hem verimli topraklar o kadar zengin ki, içindeki mineraller ve gübre niteliğindeki unsurlar nedeniyle milli savunmanın harcadığı değere eşit. Bu değer bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gidiyor. Şimdi kısmen de yabancı ülkelere tarım alanlarını genişleten, bedelsiz ihraç edilen bir değer olarak gidiyor.’

Peki bu sorunu önlemenin çaresi nedir?

HK: Çareyi ayrıntılara girmeden söylemek gerekirse. Konu yine politik güçler ve hükümete düşüyor. Tüm ülke, hiçbir politik güce taraf olmadan, Türkiye'nin doğasına, ormanına, erozyon sorununa hizmet getirmeyen, çare bulmayanların iktidar olamayacaklarına inandıracak kadar bir oy potansiyeli oluşturmalıdır. Ona sahip olmaktır amacımız. Bu konuyu tüm ulusa anlatacak, inandıracak düzeyde örgütlenmek gereklidir. Toprağın bu vatanın en değerli unsuru olduğunu bilinmesi gerekir. Ormanların ve doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi için önceden tespit edilmiş hedefler, yani devlet politikası olmalıdır. Bu hedefler, gayesinden saptırılamaz, dokunulamaz, milli savunma gibi bir devlet politikası haline getirilmelidir. Ayrıca teknik ve bilimsel yönden yeterli bir kadro teşkilatının yeterli mali imkanlar sağlayarak oluşturulması gerekir. Bu zor ve gerçekleşmesi zaman isteyen bir davadır. Milletçe büyük fedakarlıklar ister. Bu bitmez, tükenmez bir çaba, yürekli mücadeleyi, toprağını, doğayı, ağacı, vatanı seven aşk ve sevgi dolu bir kadronun işidir.


'Küçük Amerika olduk'

Tarımın son yıllarda ki gerilmesine ilişkin görüşlerinizi alabilir miyim? Türkiye'nin tarımı nereden nereye geldi?

HK: Hani diyorduk ya ‘Kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyiz’ diye. Şimdi 1930'lu yıllardan başlayalım. 30'lu yıllarda ‘Devrim devrim devrim’ üzerine neler yapmışız. Ama Atatürk'ün ömrünün yetmediği bir toprak yasası var. Atatürk, çiftçi dünyanın efendisidir dememiş. Hakiki üretici çiftçi, Türkiye'nin efendisidir demiş. Atatürk Orman Çiftliği olarak bilinen yerde tarımsal bir faaliyet yapmak istemiş. Orada tabii ki kendisinin yeterli bilgisi olmadığı için 3 bin küsur kitap okumuş. 4 bin 600 kitabı var da 3 bini okuduğu garanti şimdi ama vefat edince o kalmış. O arada biz ‘Köy Enstitüleri’ni kurmuşuz. Köy Enstitüleri bu memleketin öncelikle tarım bakımından, ama esasında bir eğitim ve bilinçlenme bir süreç için kurulmuştur. İmece diye bir dergi çıkarıyorlar, onları alırdım ben. Köy Enstitüleri'nde okumadım ama ben Köy Enstitülü'yüm. Her faaliyetlerinle beraber olmak imkanı yarattığım vakit onlarla beraber oluyorum. Huzur buluyorum. Yeniden bir köy kurmayı istiyoruz. O günkü şartlar başka bugünkü şartlar başka tabii ki. Bugün gençler başka, o gün köylü başka, bugün köylü başka. Ama bir ‘Kalkınma köyden başlar’ diye kulağınız sağır oldu? ‘Kalkınma köyden başlar’ diye 1940'lardan beri söylediniz bunu. Ayıp mı yasak mı günah mı yapın bunu. Söylüyorsunuz yapın. Köy Enstitüleri'nin kapatılmasının temelinde belki devlet sırları belli bir süre geçtikten sonra topluma açıklanıyor ya, açıklarlar. İngilizler açıkladılar mesela. Benim inancım biz 1947'den sonra tamamıyla Amerika'nın emrine girdik. Celal Bayar Amerika'ya gitti ne dedi? ‘Türkiye küçük bir Amerika olacak’ dedi. Küçüğü olacakmışsın. Bu kadar onur kırıcı bir şey olabilir mi? O geçerli oldu küçük Amerika olduk. Ama Köy Enstitüleri'nin kapanması Türkiye'nin tarımı için ulusça bilgilenilmesi, köylerin kalkınması için büyük bir fırsattı. Avrupalı eğitimcilerin övgüyle söz ettiği, Unesco'nun konuya sahip çıkarak gelişmekte olan ülkelere önerdiği ve bu alanda Türkiye'den uzman istediği Köy Enstitüleri’ni kapatıyorsun. Düşünebiliyor musun Unesco bizden uzman istiyor. Senin ne işin vardı da bugün benim nasırıma basıyorsun? Anlat dedin bana, Türkiye'nin tarımı nereden nereye geldi diye anlat. Yol yoktu yol! Köylü üretiyordu, orada kalıyordu. Yol yoktu getirecek, dış ülkelerden de ithal ettiğimiz günler olmuş. Tren yolu yapmışız. 10. yıl marşında söyledik, ‘Demir ağlarla ördük’ dedik. Şimdi demir ağlar falan kalmış. Otoyol yapıyoruz, 3'üncü, 4'üncü şeridi yapıyorum diye ilanen mutluluk ifadesi işitiyoruz yöneticilerimizden bugün. 1945'ten bugüne kadar her hükümet -artık söylemiyorlar ama- ‘Kalkınma köyden başlar’ dedi. Başlatın mübarekler. Ama Ecevit kalkınmış köyler beraber olsunlar, sineması olsun, tiyatrosu olsun, futbol sahası olsun, hastanesi olsun, kültür merkezi olsun. 4 -5 köye hizmet edecek bir şey olması için girişimde bulundu. Ama bu kırsal kalkınma değil. Kırsal kalkınma üretim ile olur. Kültürü paylaşmakta güzel bir şeydir ama evvela üreteceksin. Şimdi bunları geçelim. 1945'den bu yana iktidar olmuş tüm hükümetler, Türkiye'nin doğasına, ormanlarına, topraklarına hizmet ederek değil tüketerek iktidar olmayı amaçlamışlardır ve bunu da pekala başarmışlardır. Tarım bakanlığı var mı? Adı var ama bana göre kendi yok. Benim istediğim tarım bakanlığı yok. Çevre bakanlığı, orman bakanlığı yok. Şimdi bugün en verimli tarım alanları, ovalar amaç için sanayiye tahsis edilir mi? Ve bu devam eder mu bu? Eder. Pekiyi bu bir politika mıdır? Evet politikalarıdır. Çünkü dışarıdan bize emir edilmiştir. Tarım için olan bu arazileri sanayiye ve konuta tahsis edeceksiniz diye. Biz de emir almışız onu yapıyoruz gibi bu. Yapmayın artık! Ben Yalova'dan geldim dün. Orada bir üniversite kuruldu, TİGEM'i istiyorum diyor, TİGEM'i! 1000 dönüm tarım alanını vermezseniz giderim Hersek'i alırım diyor o bahsettiği yer bir ekosistemdir. ‘Vermezseniz orayı alırım’ diyor.


‘Feodal sistemi halletmeden Türkiye'nin tarım sorunlarını çözemezsiniz’

İzlenen tarım politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

HK: Bir mera kanunu Büyük Millet Meclisi'nden ittifakla çıktı. Eğer Fazilet Partisi Tarım Bakanı Musa Demirci olmasaydı bu yasa çıkmazdı. 37 yıldır çıkarılamamasının sebebi feodal sisteme dokunuyor olmasıdır. Kulağına söyleyeyim. Feodal sistemi halletmeden Türkiye'nin tarım sorunlarını çözemezsiniz. Biz TEMA Vakfı olarak kırsal kalkınma projeleri yaparız. Sanırım Urfa'daydı. Bir köyde konuşuyoruz çok memnun oluyorlar. Çünkü Urfalı birisi bize mali imkan sağlıyor ama orada olsun istiyor. Gidiyoruz köylü çok mutlu oluyor. Bir de diyorlar ki bizim köyün sahibi var. O da bulunduğu ilde tarım ile ilgili bir kurumun ya da devlet kurumunun sorumlusuymuş. Ona gidiyoruz diyoruz ve anlatıyoruz. ‘Çok memnun oldum fevkalade güzel bir iş yapıyorsunuz’ diyor. Biz bunu da alıyoruz gidiyoruz, köye sonra da ‘İşte biz köyümüzde öyle bir şey istemeyiz’ diyor. ‘Köylünün gözü açılırsa...’ Görüyor musun adamı? İşte Türkiye bu. Bir toprak yasası çıktı onun da bahanesi bana göre Sami Güçlü'dür Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bundan evvelki Tarım Bakanı olmasaydı, bu yasa çıkmazdı. Şimdi demek ki TEMA bir siyasi görüşü etkileyebiliyor. Ben Musa Demirci ile Sami Güçlü'yü olağanüstü bir kahraman olarak görüyorum. Bu ikisi olmasaydı ne mera kanunu ne de toprak kanunu çıkabilirdi. Ama bu iki yasanında uygulanması çok ağır gidiyor. Mera için yapılan çalışmalar var. Ovalarda yapıyorlar ama Doğu Anadolu'da o bayırlarda o bir tek ot kalmamış yerlerde, meralarda daha hiçbir faaliyet yok. Türkiye meralarının tümü ıslah ettiğimiz gün. Bugün 60 - 70 bin ton olan balımız, 1 milyon ton olur hem de anzer balı gibi. Ama yok öyle bir kararlılık. Düzlüklere falan traktörle şunu bunu yapmışlar. 2 - 3 sene girme oralara, mera zaten kendini yeniliyor. Ben 15 gün evvel Van’dan geldim. Gidiş - geliş 58 kilometre meraları gezdim. Mera diye bir şey kalmamış. Çırılçıplak kulağına bir şey söyleyeyim, ama kimseye bir şey söylemeyeceksin, aramızda sır kalacak. Bu ülkede mera kanunu var bir de inanmazsın ama tarım bakanlığı var vallahi de billahi de var. Bana inan hem mera kanunu var hem de tarım bakanlığı var. Yemin ettireceksin bana, bana inan güven bana. Şimdi toprak yasası var. Kabiliyet sınıflarına göre toprağı nasıl kullanacağınıza dair kanunun emridir. Burada sanayi olur, burada otel olur. Burada şu tarım yapılır, burada tarım yapılmaz falan gibi kabiliyet sınıflarına göre toprağı kullanmamız lazım. Kanun bunu emrediyor. Buna doğru da bir atılım var diyorlardı. Ama o atılımın sonuçlarını ben bu güne kadar görmedim. Şimdi çevre bakanına mektup yazdım, bir daire başkanı o mektuplara cevap verdi. Neydi benim mektubum? Trakya’da Ergene Nehri leş gibi akıyor, kapkara akıyor. İçinde olmayan zehir yok. Çevre bakanından onu rica ettim. Buna sahip çıkın diye. Ergene'nin kötü kokusu rüzgar sana doğru esiyorsa 10 kilometreden duyuluyor. Kapkara tam olarak siyah 3 tane borudan akıyordu nehir, resmini de gönderdim mektupta. Bana ‘Yapılacaktır, edilecektir, karar alınacaktır’ falan dendi. Ben ‘Edilecektir medilecektir istemiyorum. Ne yapacaksın ne edeceksin onu bir yaz’ dedim. Bana ikinci mektup geldi: ‘Onları cezalandırdık. Şimdi Trakya Üniversitesi’yle valilikle beraber bir şeyler yapacağız.’ Ceza vermiş yahu ceza verdiğin adam rahat ediyor! Ben diyor cezamı ödedim istediğim kadar da kirletebilirim diyor. Leş gibi akıtıyor onu! Kulağına söyleyeceğim çevre bakanlığı var. Bana yazdığı mektupta bunu söylüyorlar, ben çevre bakanıyla konuştum. Ben sayın bakanım ‘Senin alnından öpmeye beni hasret bıraktın, olumlu yaptığın her şeyde ben yanındayım beni hasret bırakmayın’ dedim. Başbakana da ‘Ben sizi kutlamak için can atıyorum ama ne olursunuz’ diye söyledim.


‘Sermaye benim toprağıma da girdi’

Orman yangınlarının arttığı yaz aylarında, yangınlardan sonra o bölgede izlenmesi gereken yöntemi anlatır mısınız?

HK: Şimdi ormanlara ağaç dikiyorsunuz. Bu orman ekosistemini bozar. Ormanda ne yetişiyorsa eskiden orada ne varsa yangından sonrada onun ekilmesi lazım. Yangından sonra ağaçlandırma kadar kötü bir şey olamaz. Ormanları ağaçlandırıyoruz ama orada ne varsa onu dikmemiz lazım. Bunu daha başaramadık. Orman bakanlığı ve orman genel müdürlüğü niyetlenmişler bakalım. İnşallah. Bu Antalya yangını var, orada mesela yanan kısmın yüzde 39’unu olduğu gibi bırakacaklar. Hiçbir şey yapmayacaklar doğa kendini yenileyecek. Kalanı da orada ne varsa onu oraya getirecekler. İşte bu inşallah başlar. Demek ki söyleye söyleye niyete geldiler. Antalya’da bunu söylediler, onları alkışlattım. Orman genel müdürünü ve yardımcılarını oradaki seyircilere alkışlattım. Alkışı beğenmedim daha fazla alkışlattım. Ben bunu da yaparım. Ama niyet ettiler bak dedim eskiden ‘Bilmiyoruz’ diyordunuz. Şimdi öğrenmişiniz bundan sonra aksi bir şey yaparsanız yandınız dedim. Şimdi işte bunlara ben hasretim. Bak bugün Musa Demirci, Sami Güçlü bir kahramandır. Ülkenin tarım tarihine isimlerini yazdırdılar. Böyle çok isim var ama son günlerde bunları yaşadık. Yani ben ille de eleştireceğim, bağıracağım çağıracağım diye değil. Ben heyecanlıyım. Ağzımdan bir şey kaçabilir olur böyle şeyler ama ben iyi iş yapanları da kutluyorum. Hasretim buna. Avrupa’da doğal orman yok ağaçlanma var orada. Finlandiya ormancılığı Rio Konferansı'ndan sonra bütün Avrupa ile beraber yeni bir orman politikası izledi. Finlandiya ormanları devletleştiriyor. Niçin? Ekosistemi geri getirmek için yenilemek için 1993’ten beri her yıl 200 milyar Fin Markı ayırıyor. Biz ormanları özelleştirmek için emir almışız. Çünkü orman kalmazsa dünyadaki zenginler sermaye mutlu olacak. Biz muhtaç olacağız. Onun derdi o. ‘Ben tarım ülkesiyim, sen sanayi yapma tarım üret’ diyor. Vakit geliyor, ‘Sen tarımı boş ver sen sanayi yap’ diyor. ‘Benden makine al, teknoloji al ama tarım yapma’ diyor neden? ‘Bende ürün fazlalığı var şeker satarım sana tütün de’ diyor. ‘Bak Yunanistan’a ben destek veriyorum. Çünkü benim bütçemin yüzde ellisi tarıma destektir. Yunanistan’ın da payı var orada. Bak tütünü senin maliyetinin altında satıyorum. Bilmiyor musun bugün içtiğiniz tütünlerin yüzde yetmişi Yunanistan’dan geliyor. Bilmiyor musunuz?’ diyor. Biliyorum. ‘Bak yardım ediyoruz size ucuza içiyorsunuz tütünü Yunanistan’a teşekkür edin’ diyor. Sermaye bu işte sermaye benim toprağıma da girdi. Onu anlatacağım şimdi esas mesele bu. Kontrollü orman yakmaktan bahsedersek. Kontrollü yakmak orman ekosistemi açısından önemli bir önlemdir. Çünkü yangın alanlarını tercih eden türlerin büyük bölümü normal olarak yangın geçiren alanları kaplayan ve tükenme tehlikesiyle yüz yüze bulunan türlerdir. Biz de doksanlı yıllardan evvel, kontrollü yakardık. Şimdi halkın orman yangınlarına olan tepkisinden dolayı ormanları yakmıyoruz. Bak halka inince ne oluyor orman bakanlığı teşkilatlandı. Akdeniz ülkeleri içinde en başarılı ülke yangın söndürmede Türkiye’dir. Açık ara şampiyonuz. Kim yaptı bunu? Halk yaptı, biz yaptık, sen yaptın, basın yaptı, hep beraber yaptık. Şimdi orman bakanlığı bayağı teşkilatlanmıştır. Özel bir şey değil işte halka inmenin önemi bu. Halka ineceğiz. Bugün dış bağımlı olmayan basın kaldı mı? Reklam almazsan yaşayamazsın. Hadi bakalım otomobil eki koymada sen satabiliyor musun Cumhuriyet gazetesini. Her hafta bir otomobil sayfası çıkar olmazsa 2 sayfa çıkar. Görüyor musun, Cumhuriyet gazetesi bu vallahi de billahi de. Ey Türkiye uyanın. O bahsettiğim kura işini gerçekleştireceğiz. Biz orman yangınında devleti bu hale getirdik ya gazeteleri de yola getiririz. O vakit başlarlar tarım ve toprak sayfası açılır. Bir minibüs yaparlar içine bir kameraman ve muhabir koyarak köy köy, kasaba kasaba gezerler, üniversitelere gider. Her yere gider, toprak ve tarım sayfası çıkarırlar. Köylünün derdi çıkar. Tezek bittiği vakit ne olduğunu anlarsın. Bir gece orada yatarsın. Tezek kokusunu alırsın, köylü tezek biterse aç kalır, pişiremez, tezek biterse donar. Bunları görürsün ama şimdi görmüyorsun. Türkiye’yi başka türlü görüyorsun. Türkiye bu değil. Aç aç benim ulusum aç! Köylüm aç! Ben Türkiye’yi 340 bin kilometre geziyorum yatmadığım çadır yok. Yatmadığım kahve peykesi yok. Tanrı misafiri olmadığım köy ve kasaba evi yok. Ben halkın içindeyim. Ben derdi biliyorum. Toplumsal barış topraktan gelecektir. Bire bir veren toprağı bire üç yapabiliyoruz biz. Türkiye’de bu bilim adamları var. Senden para almadan kendilerini adıyorlar ve üstelik de TEMA’ya teşekkür ediyorlar. Anadolu insanı bu. İşte bu bizim en büyük gücümüz. Avrupa’dan kırsal kalkınma için uzman çağırdık. Geri kalmış ülkeyiz biz orada aldığı maaşın 3 mislini istiyor, ondan sonra gelecekmiş buraya. Şimdi Türkiye’de bilim adamları para almadıkları gibi üzerine TEMA’ya teşekkür ediyorlar. Ama sorun çözülüyor. Köye gelin gelmeye başlıyor. Göç geri dönüyor. Muhtaç köylü devlete vergi vermeye başlıyor. Kooperatifler kuruluyor. Kooperatiflerden ihracat yapıyorsun. Yumurta kooperatifi kurmuşsun. İşte Afyon’da Vehbi var, aracı olmadan ihracat yapıyorlar. Evet. Bir gül yağı kooperatifi kurmuşlar, aracı olmadan ihracat yapıyorlar. Fiyatı sayesinde müşterileri de hazır. İşte toplumsal barış topraktan gelecektir. Bu köyde artık göç yoktur. Geliniyle damadıyla o köyde oturur artık onlar. Geri gelmeye başladı. Hamit diye bir canavar var, Osman ile beraber. Hamit TEMA gönüllüsü Samsun Bafra’da. Osman’da bir tarım enstitüsünde çalışıyor. İkisi beraber bir köye geldiler. Büyük hizmetleri var. Beş kuruşta para almadılar. Büyük de hizmetleri var, köylüye de para vermediler ama bilgi verdiler. Köy kalkınmaya başladı. Tenis kortu kuruldu. Nineler tenis oynuyorlar, gidin görün. Evet ama şimdi toprağı analiz yaparaktan gübre veriyorlar. Gübre böyle tuz gibi oldu. İhtiyacı olan pancar mı arpa mı? Ona göre gübre veriyorsun. Az gübre ile çok mahsul almasını öğrendiler. Şimdi devletin tahlil laboratuvarı yetişmiyor, özel laboratuvarlar kuruldu. Para kazanıyor bunlar. İşte Türkiye tarımına sahip çıktığımızda TEMA’yı anın. TEMA bunları yaptı. Şimdi özel şirketler kuruldu. Analiz yapmak üzere. Para kazanıyorlar. İhtiyacı var köylünün. Ama tarım bakanı yok bana ne tarım bakanından, halk bunu yapacaktır. Olabilir ve ya da olmaz ama işte TEMA bunu ispat etmiştir. Köylere gidin onları dinleyin. Artık bayır aşağı sürme kalkıyor yavaş yavaş. Ama tarım bakanlığı yapmamış. 20 dönümle bir köy geçinebiliyor. Çocuğunu okutabiliyor. Bunlar Türkiye’de var. Gidin görün 20 dönüm. Ama toprağın verimini koruyaraktan yapacaksın. Sen toprağın canını alırsan sana bir şey vermez. İşte Türkiye’nin bugün erozyon denen dertle devletin uğraştığı da yok. Uğraşacağı da yok. Evet erozyonla uğraşan orman bakanlığı var ama yetmez. Türkiye’de 1965’te hazırlıkları başlanmış 1981’de yayınlanan Türkiye Erozyon Haritası var. Türkiye’nin yüzde 93,7’si erozyon tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yüzde 76’sı aşırı ve çok aşırı yüzde 76’sı! Aşırı ve çok aşırı erozyona maruz.


‘Ulusun onuruyla oynatmayın’

Türkiye'deki su kaynaklarının hızla tüketilmesi sorununa gelecek olursak bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim?

HK: Tarım alanları akıp gidiyor erozyon ile çırılçıplak kalıyor. Sular sel olup gidiyor. Doğal akiferlere inmiyor. Eğer sen Doğu Anadolu’daki meraları ıslah edersen, otlar suyu doğal kaynakları indirir. Bugün 501 milyar ton su, kar ve yağmur yağar Anadolu’ya. Ama bugün ancak 40 milyar tondur. Doğal akiferleri indiriyoruz. Akıp gidenlerle beraber 112 milyar ton kullanabiliriz ama akıp gidiyor. Hem de toprağı da alıp gidiyor. Eğer oraları meraları ıslah edersek, teraslarsak 210 milyar tonu doğal akiferlerine indirebiliyorum. Olur mu böyle bir şey. Hâlâ da suyumuz var deyip duruyorlar. Suyumuz yok. Sen 40 milyar ton suyu indirebiliyorsun doğal akiferlerine, çeşmeler kurumuş gidin görün köyleri. Suyu aşırı kullandık, toprağı tuzlandırdık. Sümerlerden bugüne kadar toprağın yok oluşunun sebebinin hepsi toprağın verim gücünü kaybetmektendir. Tuzlanmak, üst toprağı kaybetmek. Türkiye’de sulama aşırıya geldi bak. Bugün tarım bakanlığı hiç kredi almadan galiba bedavaya ya da az bir kredi karşılığında damlama sulamayı başlattı. Bunu da söylüyorum ben. Tarım bakanlığını eleştiriyorum ama bunu da söylüyorum. Aferin bunu yapıyor ama bu yetmez. Çünkü senin esasında suyun yok. Konya’ya yer altı sularından almışın, seviyesi düşe düşe işte bak Tuz Gölü’de kuruyor. Göller kuruyor, barajlar kuruyor niye çünkü sen pompayla çekmişin onu. Dünyayı anlatayım mı sana Dünya’daki suların sanırım yüzde 2,5’i kullandığımız su. Bunun da zannedersem yüzde 60’ı yer altı sularından. Arabistan yer altı sularını kullanaraktan buğday ihraç etti. Şimdi bitti, Türkiye’ye gelip yine o ihtiyacını karşılamak için kiralıyor ve satın alıyor. Ve bakan da bunu büyük bir mutlulukla ilan ediyor. Gazete yazdı bunu Bahreyn’den geldiler, ilk defa 3 milyar dolarlık bir anlaşma yaptık. Şimdi Suudi Arabistan’dan beş şirkette geliyor onlarla da anlaşacağız, ilanen duyurulur! Böyle şey olur mu? Çin’in suları 30 yıl daha devam edecek. 30 milyondan fazla kuyusu var Çin’in ömrü 5 ila 30 yıl, 1 yılda 99 bin kuyu kuruyor, bugün 180 bine çıktı. Kuyuları kuruyor. Çin susuz kalırsa ne yapacak kimi besleyebilecek. Bunların hepsi problem. Bizim su derdimiz yokmuş! Bunu da bakan söylerse, devlet su işleri yetkilileri de bunu söylerse Hayrettin çıldırır işte. Ölüm en büyük çare ölüm bundan kurtulmak istiyorum. Bundan kurtulmak istiyorum, çekemeyeceğim artık. Çekemeyeceğim, çekemeyeceğim. Şu heyecanıma şu üzüntüme tahammül edemiyorum. Anlatamıyorum yahu Hayrettin beceriksiz adam, becerisi olsaydı anlatırdı bunu bugüne kadar. Anlatamıyorum bunu estağfurullah falan deme anlatamıyorum. Benim onurumla oynuyorlar bir tekinin ağzından bir şey çıkmıyor. Kendi onurlarıyla oynasınlar canım ona ben razıyım. Bana ne, o kendi onurudur. Ama ulusun onuruyla oynatmayın yahu. Amerika ne derse mecburum onu yapmaya, yeter bu be! Obama geliyordu ödüm koptu, ama şimdi en çok ödümün koptuğu Kemal Derviş gelmez mi yeniden? Geldi. ‘Derviş gelmiş etmiş gitmiş’ diyordum ben. ‘Tapunu getir al paranı’ dedi, o da yetmedi köylü bıraktı tarlasını geldi. İşte Derviş bu yine geldi vır vır konuşuyor. Derdi para! Anlat bakalım bana toprağı sıkıysa, anlat bakalım aç insanı söyle bana! Senin geldiğin o Birleşmiş Milletler’in verdiği verileri ben sana söyleyeyim. Ey Derviş kulağını aç, beni dinle. 2 milyar 400 milyon insan 2 doların altında geçiniyor bugün. Bunu BM söylüyor bana 2 dolar değil, altı. 2 dolar nedir, 3 TL yapar bir aile bununla geçinebilir mi? Kim söylüyor bunu Birleşmiş Milletler söylüyor. 2030’lardan sonra 5 buçuk, 6 milyar insan aç kalacak. Bunu da Birleşmiş Milletler söylüyor. Dünya tarihinde toprağın ne demek olduğunu toprak vermediği vakit neler olduğunu ben sana uzun uzun anlatırım. İşte bugün Türkiye’nin başına gelen bu. Türkiye’nin toprakları verim gücünü kaybediyor değil, kaybetti. Aşırı sulama, aşırı gübreleme, aşırı ilaçlama, bilinçsiz sürme. Bugün dünyada sürmeden tarım yapılıyor. Brezilya’da yüzde 26’ya Çin’de yüzde 9’a Amerika’da yüzde 32’ye geldi. Sürmeden tarım yapılıyor ve daha çok da mahsul alınıyor. Tarım bakanlığı neredesin sen neredesin? Nasıl anlatsak bunu biz. Hadi Hayrettin üzülmesin kahrolmasın.(Tolga Yenigün)

28 Mayıs 2009 Perşembe

Beykoz’un Öğümce köyünden, Cumhur Denizkıran, çürüntü olarak adlandırdığı torf desteğinde, bölgesinin ideal bir organik tarım havzası olduğunu söylüyor



Beykoz ilçesi temiz kalmış toprakları ve ormanları ile organik tarım uygulamaları açısından büyük bir nimet. Öğümce köyünden orman köylüsü Cumhur Denizkıran, yaz sebzelerimizi bahçesinde her sabah 05:30'da başlayan büyük bir emek ve sevgi ile yetiştiriyor.

"Topraklarıma hayvan gübresi bile yaklaştırmam" diyen Cumhur abi, yöre ormanlarından ve kendi bahçesinin bitki çürüntülerinden elde ettiği tertemiz torfu anlatırken gözleri parlıyor. Çünkü bu işe yaramaz gibi görülen çürüntüler hayat veriyor, yerel tohumlarla berekete dönüşüyor.


İnsanların daima daha çok ürün hırsını anlayamadığını, toprağın ve ona emek verenlerin temiz tarım uygulamaları ile daima mutlu olduğunu izah ediyor. “Bir arkadaşım bana bir kitap vermişti; Fukuoka’nın, Ekin Sapı Devrimi. Onu her kelimesine anlam vererek okudum. Gördüm ki düşündüklerimi dünyanın bir başka köşesinde bir bilim adamı da uzun yıllar deneyimlemiş ve hayatını bu yolda sürdürmüş. Yalnız olmadığımı zaten biliyordum ama insanlara bazen yanıt vermekte zorlanıyordum. Şimdi hem yaptığımın doğruluğuna daha çok inanıyorum, hem mutluluğumu bu örnekleri vererek paylaşıyorum”.


14 Mart 2009 Cumartesi

Kopenhag Zirvesi

New York Times - 12 Mart 2009

(...)
The Danish Government will host the UN Climate Change Conference in December 2009 and will hand over the conclusions to the decision makers ahead of the Conference.

The six preliminary key messages are:

Key Message 1: Climatic Trends

Recent observations confirm that, given high rates of observed emissions, the worst-case IPCC scenario trajectories (or even worse) are being realised. For many key parameters, the climate system is already moving beyond the patterns of natural variability within which our society and economy have developed and thrived. These parameters include global mean surface temperature, sea-level rise, ocean and ice sheet dynamics, ocean acidification, and extreme climatic events. There is a significant risk that many of the trends will accelerate, leading to an increasing risk of abrupt or irreversible climatic shifts.

Key Message 2: Social disruption
The research community is providing much more information to support discussions on “dangerous climate change”. Recent observations show that societies are highly vulnerable to even modest levels of climate change, with poor nations and communities particularly at risk. Temperature rises above 2 degrees C (*) will be very difficult for contemporary societies to cope with, and will increase the level of climate disruption through the rest of the century. [*This is 2 degrees Celsius, or 3.6 degrees Fahrenheit, above the globe's average temperature around 1850, the organizers say. Translated, that would be about 61.6 degrees Fahrenheit. Today's global average temperature is estimated at around 59 degrees. (This was updated after a couple of comment posters noted my funky conversion effort. Europe set its 2-degree limit from pre-industrial temperatures, making this a complicated calculation, and a source of much ongoing confusion.]

Key Message 3: Long-Term Strategy
Rapid, sustained, and effective mitigation based on coordinated global and regional action is required to avoid “dangerous climate change” regardless of how it is defined. Weaker targets for 2020 increase the risk of crossing tipping points and make the task of meeting 2050 targets more difficult. Delay in initiating effective mitigation actions increases significantly the long-term social and economic costs of both adaptation and mitigation.

Key Message 4: Equity Dimensions
Climate change is having, and will have, strongly differential effects on people within and between countries and regions, on this generation and future generations, and on human societies and the natural world. An effective, well-funded adaptation safety net is required for those people least capable of coping with climate change impacts, and a common but differentiated mitigation strategy is needed to protect the poor and most vulnerable.

Key Message 5: Inaction is Inexcusable
There is no excuse for inaction. We already have many tools and approaches – economic, technological, behavioural, management – to deal effectively with the climate change challenge. But they must be vigorously and widely implemented to achieve the societal transformation required to decarbonise economies. A wide range of benefits will flow from a concerted effort to alter our energy economy now, including sustainable energy job growth, reductions in the health and economic costs of climate change, and the restoration of ecosystems and revitalisation of ecosystem services.

Key Message 6: Meeting the Challenge
To achieve the societal transformation required to meet the climate change challenge, we must overcome a number of significant constraints and seize critical opportunities. These include reducing inertia in social and economic systems; building on a growing public desire for governments to act on climate change; removing implicit and explicit subsidies; reducing the influence of vested interests that increase emissions and reduce resilience; enabling the shifts from ineffective governance and weak institutions to innovative leadership in government, the private sector and civil society; and engaging society in the transition to norms and practices that foster sustainability.

-------


What was the Copenhagen Climate Change Conference really about?
March 13th, 2009

Posted by: Roger Pielke, Jr.

A Guest Post by
Professor Mike Hulme
School of Environmental Sciences
University of East Anglia

This article is co-published with SEEDMAGAZINE.COM

The largest academic conference that has yet been devoted to the subject of climate change finished yesterday in Copenhagen. Between 2,000 and 2,500 researchers from around the world attended three days of meetings during which 600 oral presentations (together with several hundred posters on display) were delivered on topics ranging from the ethics of energy sufficiency to the role of icons in communicating climate change to the dynamics of continental ice sheets.

I attended the Conference, chaired a session, listened to several presentations, read a number of posters and talked with dozens of colleagues from around the world. The breadth of research on climate change being presented was impressive, as was the vigour and thoughtfulness of the informal discussions being conducted during coffee breaks, evening receptions and side-meetings.

What intrigued me most, however, was the final conference statement issued yesterday, a statement drafted by the conference’s Scientific Writing Team. It contained six key messages and was handed to the Danish Prime Minister Mr Anders Fogh Rasmusson. The messages focused, respectively, on Climatic Trends, Social Disruption, Long-term Strategy, Equity Dimensions, Inaction is Inexcusable, and Meeting the Challenge. A fuller version of this statement will be prepared and circulated to key negotiators and politicians ahead of the 15th Conference of the Parties (COP15) to the UN Framework Convention on Climate Change to be held in December this year – also in Copenhagen.

The conference, and the final conference statement, has been widely reported as one at which the world’s scientists delivered a final warning to climate change negotiators about the necessity for a powerful political deal on climate change to be reached at COP15. (Some commentators have branded it The Emergency Science Conference’). The key messages include statements that ‘the worst-case IPCC scenario trajectories (or even worse) are being realised’, that ‘there is no excuse for inaction’, that ‘the influence of vested interests that increase emissions’ must be reduced, and that ‘regardless of how dangerous climate change is defined’ rapid, sustained and effective mitigation is required to avoid reaching it.

There is a fair amount of ‘motherhood and apple pie’ involved in the 600 word statement – who could disagree, for example, that climate risks are felt unevenly across the world or that we need sustainable jobs. But there are two aspects of this statement which are noteworthy and on which I would like to reflect: ‘Whose views does the statement represent?’ and ‘What are the ‘actions’ being called for?’

The Copenhagen Climate Change Conference was no IPCC. This was not a process initiated and conducted by the world’s governments, there was no systematic synthesis, assessment and review of research findings as in the IPCC, and there was certainly no collective process for the 2,500 researchers gathered in Copenhagen to consider drafts of the six key messages or to offer their own suggestions for what politicians may need to hear. The conference was in fact convened by no established academic or professional body. Unlike the American Geophysical Union, the World Meteorological Organisation or the UK’s Royal Society – who also hold large conferences and who from time-to-time issue carefully worded statements representing the views of professional bodies - this conference was organized by the International Alliance of Research Universities (IARU), a little-heard-of coalition launched in January 2006 consisting of ten of the world’s self-proclaimed elite universities, including of course the University of Copenhagen.

IARU is not accountable to anyone and has no professional membership. It is not accountable to governments, to professional scientific associations, nor to international scientific bodies operating under the umbrella of the UN. The conference statement therefore simply carries the weight of the Secretariat of this ad hoc conference, directed and steered by ten self-elected universities. The six key messages are not the collective voice of 2,500 researchers, nor are they the voice of established bodies such as the World Meteorological Organisation. Neither are they the messages arising from a collective endeavour of experts, for example through a considered process of screening, synthesizing and reviewing of the knowledge presented in Copenhagen this week. They are instead a set of messages drafted largely before the conference started by the organizing committee, sifting through research that they see emerging around the world and interpreting it for a political audience.

Which leads me to the second curiousity about this conference statement. What exactly is the ‘action’ the conference statement is calling for? Are these messages expressing the findings of science or are they expressing political opinions? I have no problem with scientists offering clear political messages as long as they are clearly recognized as such. And the conference chair herself, Professor Katherine Richardson, has described the messages as politically-motivated. All well and good.

But then we need to be clear about what authority these political messages carry. They carry the authority of the people who drafted them – and no more. Not the authority of the 2,500 expert researchers gathered at the conference. And certainly not the authority of collective global science. Caught between summarizing scientific knowledge and offering political interpretations of such knowledge, the six key messages seem rather ambivalent in what they are saying. It is as if they are not sure how to combine the quite precise statements of science with a set of more contested political interpretations.

Which brings us back to the calls for action and the ‘inexcusability of inaction’. What action on climate change exactly is being called for? During the conference there were debates amongst the experts about whether a carbon tax or carbon trading is the way to go. There were debates amongst the experts about whether or not we should abandon the ‘two degrees’ target as unachievable. There were debates about whether or not a portfolio of geo-engineering strategies now really needs to start being researched and promoted. And there were debates about the epistemological limits to model-based predictions of the future. There were debates about the role of behavioural change versus technological change, about the role of religions in mitigation and adaptation, and about the forms of governance most likely to deliver carbon reductions.

These are all valid debates to have. And they were debates that did occur during the conference. Experts from the natural sciences and social sciences, from engineering and policy sciences, from economics and the humanities, all presented findings from their work and these were discussed and argued over. These debates mixed science, values, ethics and politics. This is the reality of how climate change now engages with the worlds of theoretical, empirical and philosophical investigation.

It therefore seems problematic to me when such lively, well-informed and yet largely unresolved debates among a substantial cohort of the world’s climate change researchers gets reduced to six key messages, messages that on the one hand carry the aura of urgency, precision and scientific authority – ‘there is no excuse for inaction’ – and yet at the same time remain so imprecise as to resolve nothing in political terms.

In fact, we are no further forward after the Copenhagen Conference this week than before it. All options for attending to climate change – all political options – are, rightly, still on the table. Is it to be a carbon tax or carbon trading? Do we stick with ‘two degrees’ or abandon it? Do we promote geo-engineering or do we not? Do we coerce lifestyle change or not? Do we invest in direct poverty alleviation or in the New Green Deal?

A gathering of scientists and researchers has resolved nothing of the politics of climate change. But then why should it? All that can be told – and certainly should be told - is that climate change brings new and changed risks, that these risks can have a range of significant implications under different conditions, that there is an array of political considerations to be taken into account when judging what needs to be done, and there are a portfolio of powerful, but somewhat untested, policy measures that could be tried.

The rest is all politics. And we should let politics decide without being ambushed by a chimera of political prescriptiveness dressed up as (false) scientific unanimity.

This entry was posted on Friday, March 13th, 2009 at 8:13 am and is filed under Uncategorized. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.
11 Responses to “What was the Copenhagen Climate Change Conference really about?”

1. 1 Mark Bahner Says:
March 13th, 2009 at 9:09 am

‘there is no excuse for inaction’

I’m reminded of a great Simpsons moment. (People outside of the U.S., I feel so sorry for you missing great Simpsons’ moments!) (But there are very few great Simpsons moments anymore, so you’re no longer missing much.)

The scene is Kent Brockman, ace reporter, interviewing the Professor, expert in all things worth knowing:

Kent Brockman: “Hordes of panicky people seem to be evacuating the town for some unknown reason. Professor, without knowing precisely what the danger is, would you say it’s time for our viewers to crack each other’s heads open and feast on the goo inside? ”

Professor: “Yes I would, Kent.”
2. 2 jae Says:
March 13th, 2009 at 9:30 am

One call for action might be to stop wasting so much carbon on such grandiose meetings. It looks to me like its purpose was really only to give papers and have fun!
3. 3 michel Says:
March 13th, 2009 at 10:09 am

Thank you for this. It is a great relief to see that someone professionally associated with the climate issue, at UEA no less, shares our puzzlement.

We seem to continually be confronted with large numbers of academics proclaiming that to delay action is inexcusable, but who cannot say exactly what action they have in mind. Nuts!
4. 4 Scientist: Warming Could Cut Population to 1 Billion - Dot Earth Blog - NYTimes.com Says:
March 13th, 2009 at 10:43 am

[...] 1:45 p.m.: A roundup of economists’ and scientists’ views at the Copenhagen climate meeting and a reaction from Mike Hulme, a participating [...]
5. 5 Copenhagen Summit Seeks Climate Action - Dot Earth Blog - NYTimes.com Says:
March 13th, 2009 at 10:44 am

[...] 1:45 p.m.: A roundup of economists’ and scientists’ views at the Copenhagen climate meeting and a reaction from Mike Hulme, a participating [...]
6. 6 Sylvain Says:
March 13th, 2009 at 11:04 am

So following this, is it fair to blame deniers for delaying action when the heart of the matter is that there is no agreement on what the action should be?

Isn’t that the fact that we don’t know what action should be taken, the real reason why climate action are delayed?

Well not taking into account that most action that have been taken, didn’t fill their promises.
7. 7 Maurice Garoutte Says:
March 13th, 2009 at 11:09 am

Leave policy to the politicians seems like a good idea. Except that the public no longer trusts politicians. Science is still trusted so skilled politicians are inclined to use science to put a veneer of respectability on social policies.

Many scientists think that the ability to affect policy is a promotion of their profession, and if all goes well they will be right. However if the public starts thinking that science based policies are making their life worse the blame will go to science in general.

Leaving policy to the politicians is still the best idea. When the society suffers it should the fault of politics. It may be too late for baseball but we can still keep science pure.
8. 8 Maurice Garoutte Says:
March 13th, 2009 at 11:27 am

Krauthammer says it better than me.

“Science has everything to say about what is possible. Science has nothing to say about what is permissible. Obama’s pretense that he will “restore science to its rightful place” and make science, not ideology, dispositive in moral debates is yet more rhetorical sleight of hand — this time to abdicate decision-making and color his own ideological preferences as authentically “scientific.” “

He’s talking about stem cells not AGW but the connection between science and politics is the same.
http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2009/03/12/AR2009031202764.html?nav=rss_opinion/columns
9. 9 wmanny Says:
March 13th, 2009 at 12:00 pm

And speaking of connections, Thomson’s clone might well have said, “if climate prediction consensus does not make you at least a little bit uncomfortable, you have not thought about it enough.”
10. 10 Climate porn… Marcoscan Says:
March 13th, 2009 at 12:13 pm

[...] conferenza ha suscitato diverse critiche [1, 2], e non solo da parte dei cosiddetti “scettici”; anche molti scienziati hanno [...]
11. 11 The Good And The Bad Reporting About Rising Sea Levels « The Unbearable Nakedness of CLIMATE CHANGE Says:
March 13th, 2009 at 3:12 pm

[...] makes one of them good, and two bad? Well, if you cannot spot the difference between presenting the scientific debate as it is, and selecting only the stuff that a journalist deems worth noticing, I am not sure I would be [...]