Büyük büyük dedelerimiz ve ninelerimiz Anadolu’nun farklı bölgelerinde, tıp, tarım ve ekosistem alanlarında verdikleri inançlı ve uzun soluklu mücadelelerle biyolojik bilgeliği yarattılar. Pratik deneyimlemenin yerel savaşçıları elde ettikleri değerleri bir sonraki nesillere işlevsel uygulamalarıyla aktardılar.

Gelenekselliğin önemli ölçütlerinden biri olan yerel tohum dışında, verim uğruna vazgeçilmez bir koşul olarak önerilen monokültür, mekanik ekipman (traktör), suni gübre ve sentetik ilaç paket çözümleri, tarımsal üretimin hemen her alanında kullanılan hayvanın (gübre, iş gücü, besin, vb) gerekliğini ortadan kaldırmış görünüyor.

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde, temel seçim parametresinin finansal endeksli (kısa vadeli) karlılık hesabına dayandırıldığı yöntemler, yüksek verim uğruna çiftçiyi daha yüksek maliyetli girdi deseninde bir tarımsal üretim modeline mahkum ederken, tüketici açısından özellikle hormon ve ilaç kalıntısına bağlı gıda güvenliği daha çok sorgulanmak durumunda kaldı.

Daha yüksek verimlilik beklentilerinde geleneksel tarım dünyanın bilhassa 'gelişmiş' bölgelerinde ölmeye yüz tutarken, üretim metotlarına bağlı olarak gıdalar, sağlık sorunlarının önemli sebepleri arasında yer almaya başladı. Az gelişmiş bölgelerde ise (yerel) geleneksel tarımın yok oluşu küreselleşme ve diğer ülkelerdeki yüksek tarımsal sübvansiyonlara bağlı olarak, tercih edilebilecek konvansiyonel tarımın değil, ekonomik çaresizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta.

Enerji kaynakları ve petrole bağlı tarımsal üretimin geleceği sorgulanmalı, kendine yeterlilik ve sürdürülebilirlik esasında, geleneksel tarım metotları, donanım ve hizmet (traktör üreticileri, ilaç ve gübre sanayi, endüstriyel tohum firmaları, kredi kuruluşları, sertifikasyon sistemleri) sağlayıcılarının karlılığı için değil, toprak ana, üzerinde yaşam sürdüren üretici ve onun emeğini destekleyen tüketici leyhine iyileştirilmelidir; bugünün ve yarının muhtemel şartlarını anlayarak ve yaşamı daha iyi analiz ederek...


29 Aralık 2008 Pazartesi

Fosfat katkılı yiyeceklere dikkat

A.A.


Temel gıdalarda kullanılan katkı maddelerinin kansere yol açtığı açıklandı. İşte o yiyecekler...

Fosfat katkılı yiyeceklerin akciğer kanserine yakalanma riskini artırabileceği bildirildi.

Güney Kore Seul Üniversitesi'nden Myong-Heng Ço ve ekibinin fareler üzerinde yaptığı araştırma, özellikle hazır yiyeceklerde kullanılan, doğal olmayan fosfatın akciğer kanserine yakalanma riskini artırabileceğini gösterdi.

Myong-Heng ve ekibi, önce farelere akciğer kanseri hücreleri şırınga etti. Araştırmacılar, fosfat katkılı yiyecekler verilen farelerdeki kanser tümörlerinin, bu biçimde beslenmeyen farelerdekine göre daha hızlı arttığını gördü.

Organik olmayan fosfatların insanlardaki kanser etkisi henüz çok iyi bilinmese de bilim adamları bu tür beslenme alışkanlığının sınırlanmasını tavsiye ediyor.

Et, peynir, içecek ve hazır yiyeceklerde kullanılan katkı maddeleri, gıdaların korunmasının yanısıra yiyeceğin renginin, tadının ve görünüşünün bozulmamasını sağlıyor. Ek fosfat ise gıdanın görünümünü güzelleştiriyor ve su tutmasına yardımcı oluyor.

Araştırma, “American Journal of Respiratory and Critical Care Medicine” adlı dergide yayımlandı.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Doğayı okumadan, doğaya yazamayız...

Radikal, 16/11/2008

Deniz Postacı


Sürdürülebilirlik için doğanın dilinden anlamalıyız. Doğanın dilinden anlamak ise, doğa denen karmaşık metni okumaktan geçer. Doğa metninin ekolojisini; canlı, cansız tüm bileşenlerinin birbiriyle kurduğu incelikli denge ilişkilerini okumadan, anlamadan, doğada herhangi bir şey yapamayız. Kısacası, doğayı okumadan, doğaya yazamayız...

İnsan türü, her an değişen doğa metni içinde yer alır. Bu metnin bir parçasıdır. Bir cümle içinde nasıl ki kelimeler uyumlu bütünler oluşturmak zorundadır. Ve bu uyumlu cümleler de metin içinde birbiriyle uyumlu olmak zorundadır. Aynı şekilde insan da doğa metni içinde uyumlu cümleler oluşturmak zorundadır. Aksi takdirde, metin anlam bütünlüğünü yitirecek ve canlılığını kaybedecektir.

Her metnin kendi içindeki ilişkilerden doğan bir ruhu vardır; işte o ruh metni oluşturan bileşenlerin uyumlu ilişkilerine bağlıdır. İlişkilenmek öylesine bir güce sahiptir ki, örneğin yanıcı bir gaz kimliğinde olan hidrojen ve oksijen atomları ilişkilendiğinde, birbirine bağlandığında oluşturdukları yeni metnin kimliği tamamen farklı bir ruh olan sıvı ve söndürücü bir nitelik kazanır: Su! Bir yanıcı gaz, bir yanıcı gaz daha, daha çok yanıcı bir gaz kümesi yapmıyor. Bütün, parçalarından anlaşılamayacak, tamamıyla farklı bir ruha sahip, parçalar ve bunların ilişkilerine dayanan yeni bir anlam üretir.

Örneğin, virüs, kendine ait metabolizması olmadığı için canlı mı cansız mı olduğuna karar verilemeyen bir kılıf ve bir DNA; yani bir bilgiden ibarettir... Canlı niteliğini kazanabilmesi için metabolizması ve genetiği olan bir hücreyle ilişkilenmeye ihtiyacı vardır. Tek başına cansızdır. Kağıt üzerinde cansız bir mürekkep gibidir. Bir hücrenin metabolizması ve genetiğiyle ilişkilendiğinde, canlanır. Tıpkı, sözlükteki sözcüklerin, cümlenin metabolizması ve genetiği içinde anlam ve ruh kazanması gibi... Cümlelerin de, metnin metabolizması ve genetiği içinde anlam ve ruh kazanması gibi... Metinlerin de, metinler biyosferinin ya da “metinosfer”in metabolizması ve genetiği içinde anlam ve ruh kazanması gibi...

Scientific American dergisinin Aralık 2004 sayısına göre, bir hücredeki DNA zarar gördüğünde, bilgi kaybı nedeniyle o hücre ölmüş kabul ediliyor. Fakat bu ölüye bir virüs isabet ettiğinde, bozulan bilgi parçalarını tekrar düzene sokabiliyor ve ölüyü yaşama geri getirebiliyor.
Aristo’da ruh formdur. Formsa, ilkeler doğrultusundaki ilişkilerdir. Yani, virüs olabilmek, parçalarının ilkeler doğrultusundaki ilişkilerine bağlıdır. Tıpkı, ilişkisel bütün olan bir metni, dilbilgisi ve doğa ilkelerinin üretmesi gibi.

Ekolojik ilişkiler, biyosfer adında bir kimlik üretiyorsa ve hepimiz aslında bu kimliği oluşturan parçalarsak, bu kimliği üreten, aramızdaki akort ilişkileri nasıl okumalı ve sürdürmeliyiz? Tabii, bu ilişkileri oluşturan doğal ilkeleri tanımaya çalışarak ve bu ilkeler doğrultusundaki ilişkileri saygı ve sevgi ile karşılayarak.Yaklaşık 4 milyar yıldır doğadan yapılan okumalar DNA metnine yazılıyor... Haliyle bizler de bu okumalarla kodlanarak, şekilleniyoruz. En azından bugünkü bilimimiz bunu söylüyor... Öyle ise tamamen doğal olan bünyelerimizden gelen sesleri dinlersek, -ki buna lisan anlamında dil de dahildir-, yaklaşık 4 milyar yıllık bir okuma tecrübesine kulak vermiş oluruz.

Doğayı taklit

Sürdürülebilirlik adına lisan olarak dilden, çıkarılacak doğaya ait birçok ders vardır ki bunların başında müzikalite gelir: Türümüzü bir bebek, gezegenimizi de bu bebeğin anası olarak, görecek olursak, nasıl her bebek iletişim ve ilişki kurmaya, anasını taklit ederek başlamışsa, insan türü de doğayla yani anasıyla bağlantı ve iletişim kurmaya, lisan geliştirmeye anasını, yani doğayı taklit ederek başladı.

Peki, dil için doğada taklit edilebilecek en önemli unsurdan biri nedir ki, bundan sürdürülebilirlik adına nasıl bir ders çıkaralım? Bu ders, periyodik döngüselliktir. Bu ritme, dildeki ses olarak bakacak olursak, dalga da diyebiliriz. Dalganın da doğası geometrik halkadır. Dünya, Güneş çevresinde belirli bir periyotla döner. Gece ve gündüzü bu periyotlu döngüsellik belirler. Mevsimler, döngüseldir. Su, yağmur şeklinde bu döngüye uygun, bölgelere göre belirli miktarlarda yağar vs... Çöl, yağmur yağmayan yer değildir. Yağmurun belirsiz aralıklarla, dengesiz yağdığı yerdir. Bu periyodik döngüsellikler, gezegene bir müzikalite getirir. Olumlu bileşenlerdeki dalgasal bu döngüsellikler, yaşam zenginliği oluşturur...

Dildeki müzik de, doğayı taklit eden bu dalgasal döngülerden oluşur. Şiirde zirvesine ulaşır. Biyoakustik uzmanı Bernie Krause, Kaliforniya Bilimler Akademisi için Kenya’daki Masai Mara Ulusal Parkı’nda uçan, yürüyen, sürünen, amfibiyen hayvanlardan ve böceklerinden oluşan 15 bin türün sesini 3500 saat boyunca kaydetti. Krause’a göre doğada bir orkestra var. Her tür ve her birey kendi bölgesinde kendine has ama orkestranın diğer üyelerine akort, müzikal cümlelerini üretiyor. Krause’a göre, bu biyosenfoni doğanın ekolojik enerji ve madde akışlarını düzenleyen trafik işaretleri... Yani, doğadaki canlılık için ses dalgalarıyla kurulan cümlelerin oluşturduğu bir metin...

Örneğin, Mozart’ın ormandaki bestekâr arkadaşı sığırcık kuşu da, bu biyosenfoninin bir üyesiydi. Mozart, arkadaşının sözlerini zihninde yavaşlatarak, ölümsüz bestelerinin melodilerini buluyordu. Ölünce, Mozart onun için bir tören yaptı...

Yine son yapılan bilimsel araştırmalarda, bazı kuşlarda kekemelik tespit edildi. Bu çalışmalardan yola çıkarak, bilim insanları, kuşların melodik ötüşlerinin aslında bir dil olduğunu söylüyorlar. Tıpkı bizimki gibi taklitle öğrenilen periyotlu melodik bir dil. İyi öten şair kuş, kızı kapıyor, düşmanı kovalıyor. Belki de bu nedenle Mozart, ölen, ilham perisi ve hergele şair arkadaşı sığırcığa, bir müzik dahisi olmasına rağmen, müzikle değil de, bir şiir ile veda etmiştir...
Bizler de şiir tadında sürdürülebilir yaşamlar kurmalıyız ki doğal anadilimizde doğaya yazabilelim...Yoksa, bu iletişimsiz kopukluk, bizi öldürecek!


Sürdürülebilir yaşam için yeni insan

Radikal, 05/10/2008

Deniz Postacı

Çevresel kriz karşısında günümüz insanının kendini ve çevresini yeniden kavrayışı nasıl olmalı acaba? Şimdi, bizim alışık olduğumuz milyar diye bir rakam var ya hani; dokuz sıfırlı... Onun da bir büyüğü var trilyon; 12 sıfırlı... Onun da bir büyüğü var katrilyon; 15 sıfırlı... Onun da bir büyüğü var kentilyon; 18 sıfırlı...
Bu kentilyon seviyesi şu açıdan önemli, evrende bildiğimiz 100 kentilyon güneş benzeri yıldız var. 10 kentilyon güneş sistemi benzeri gezegenleri olan yıldız sistemi var ve içinde yaşam olasılığı olan 1 kentilyon dünya benzeri gezegen var. Bu gezegenler, bizimkine benzemese de, sadece yaşam olasılığı taşıması açısından benzer. Bu benzerliği abartmamak lazım... Gezegenimizdeki yaşamın neredeyse sonunu getirecek küresel çevre felaketinden oralara kaçsak, adapte olamayabiliriz yani... Onlar da kaçsa gelse, dünyamızdaki bir virüs veya bakteri veya bir molekül, gelenlerin kökünü kazıma ihtimaline sahip...
Bu yüzden elimizdekine gözümüz gibi bakmalıyız!..
21. yüzyılın bildiğimiz biyolojik formatın son yüzyılı olduğunu söyleyen ve bu yüzyıl 6 milyar insandan 1 milyar insan kalacağını söyleyen iklim bilimci James Lovelock’a göre gezegenimizin doğumu olan 4,5 milyar yıl öncesinden bugüne kadar, Güneş ısısını yüzde 30 artırdı. Fakat gezegenimizin ısısı yüzde 30 artmadı. Ama 4 milyar yıl önce yaşam zenginliği gelişmeye başladı. Bunun nasıl olduğunu küçük bir deneyle siz de anlayabilirsiniz. Yaz mevsimi sıcak bir öğlen saatinde güneş altında 1 saatten fazla kalmış bir arabanın kaportasına çıplak elle dokunun ve sonra diğer elinizle aynı şartlarda bir bitkinin yaprağına dokunun! Unutmayın bitki hep orada duruyordu. Yani büyük ihtimalle arabadan daha uzun bir süre güneş altında kalmıştır ve sizin de hissedeceğiniz gibi hiç sıcak değildir.
Güneşin görünen ışığına duyarlı gezegenin 400 kJ/mol’lük bağlarından yaşam zenginliği oluşuyor... Ve biz bu 13,2 milyonluk türsel zenginliğin ancak 1,7 milyonunu şimdiye kadar tanıyabildik. Yani, yüzde 13’ünü... Bu zenginliğin yüzde 86’sından henüz haberdar değiliz.
Üstelik kendi bedenlerimiz bile bir türler birliği. Discover dergisinde yayınlanan ve daha sonra Bilim ve Teknik dergisi için Türkçe’ye çevrilen bir makaleye göre, insan bedeninde bulunan hücrelerin yüzde 90’ı mikroskobik canlılar: Mikroplar, bakteriler, mikroorganizmalar, mantarlar, vs... İnsan DNA’sının yüzde 8’i virüs DNA’larının kalıntıları...
Mikro ve makro ölçekte biyobirlikler içinde yaşıyoruz... Kaçımız içinde yaşadığımız ve üyesi olduğumuz bu biyobirliklerin farkında? Ve kaçımız bu biyobirliklerin, yaşadığı coğrafyanın iklimiyle, taşıyla, toprağıyla, suyuyla oluşturduğu ekolojik taşıma kapasitesine bağımlı olacağının farkında? Örneğin ülkemizin batı ve güneybatı coğrafyasında yer alan yaşam birlikleri ne güzel burcu burcu kokarlar: Lale, sümbül, nergis, reyhan ve süsenin öz yurdudur bu coğrafya. Bunların yanında Manisa lalesi, çiğdem, sahlep, glayol ve çeşit çeşit ballıbaba türleri... Dam koruğu, sütleğen, sarı papatya, şebboy ve cayır otu türleri baharda yamaçlardan kokularıyla ve renkleriyle ses verir... Pırnal meşesi ve ardıçla taçlanan bu coğrafyanın maki yaşam birliğinden, bu birliğin insanı ne öğrenir peki?...
Koku ile hayvandan korunan kaynakların azlığını öğrenir... Zamanı, mekânı ve enerjiyi dönüştürerek, tüketmeden, yararlanmayı öğrenir... Hepsinden önemlisi yaşadığı coğrafyanın iklimiyle, taşıyla, toprağıyla, suyuyla oluşturduğu ekolojik taşıma kapasitesinin koyduğu sınırlara boyun eğmeyi öğrenir. Bir de bu bitkilerdeki renk, koku ve tat cümbüşünün insanın değil de, sinek gibi böceklerin zevki olduğunu öğrenir.

İstanbul’da 12 ekolojik sistem
Doğa Derneği’nin tespitlerine göre İstanbul’da 12 ayrı ekolojik sistem var... Yani, bir semte has bitki var. Başka semtte yetişmiyor. Örneğin, Ümraniye çiğdemi... Veya İstanbul kardeleni veya Büyükada’daki maki birliği... İstanbul, coğrafyası nedeni ile farklı farklı hava, taş, toprak ve suya sahip. Fakat bu zenginliğin taşıma kapasitesi nedir? Tabii, kapasiteyi aştığımız aşikâr... Peki biz, birlik ve beraberlikten uzak, İstanbul coğrafyasına has kozmopolit biyobirliği ezen, doğasından kopuk, yine bu coğrafyanın ekolojik taşıma kapasitesinin sınırları karşısında haddini bilmez, küstah ve isyankâr metropol insanları mıyız?.. Demek istediğim, doğanın kıymetini bilmek için yiyeceğimizin ve içeceğimizin bahçemizdeki doğa anadan gelmesi gerekiyor... Marketten değil... Yoksa, market raflarında sebzenin meyvenin ardındaki gözden ırak toprak, gönülden de ırak oluyor...
Sonuç olarak, sadece insan varlığını kapsayacak şekilde kullandığımız toplum kavramını doğaya genişletiyorum. Bunu yapmakla da yeni kamuyu ve kamusal yararı, yaşam temelinde ilişkili tüm canlı ve cansız varlıkları kapsayacak şekilde yeniden tanımlıyorum. Ve hatta, insan bilincini, artan güneş enerjisini sönümleyen, biyosfer hesabına çalışan, bağışıklık sisteminin bir işi olarak görüyorum... Ki bu bizi, bilinçlerimizin, yani ben dediğimiz fiziksel farkındalığımızın bir yanıyla biyosferin dengesine bağlı ve bir yanıyla da bu dengeyi sürdürmeye çalışan bir sistem olduğu fikrine götürüyor. Bağışıklık sistemimizin elektrokimyasal boyutu olarak, emanet aldığımız fiziksel farkındalığımızı, doğaya borçlu olduğumuz için, onu sevmeli ve saygı duymalıyız. Yoksa, doğada yapacağımız düşüncesiz ve duygusuz yıkımlar, sonuçta gelip özbenliklerimizin yıkımına dayanacaktır...
Akort kavramını bir kez daha hatırlatmak isterim. Akort kelimesinin kökü, Latince “ad cordis”den gelir. Ve cordis, kalp demektir. Ad ise, -e doğru demektir... Yani, mecazi anlamda akıl ve gönüle doğru demektir. Ki bu da, yaşamı üreten tüm canlı ve cansız varlıkların bir nedensellik zincirinde değil, bir nedensellik halkasında yer alan birlik ve beraberlik içindeki derin anlam demektir. Bu nedenle, yaşadığımız çevresel kriz karşısında insanı, ölçülere bağlı doğanın akort dizgesi içinde biyosferal ego olarak, yeniden kavrıyorum...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Caretta caretta'ların üreme alanında, Ören Belediyesi tarafından kum alınmış

Anamur Çevre - Doğa ve Turizm Derneği ( AÇED ) basın açıklaması:

Caretta caretta'ların üreme alanında, Ören Belediyesi tarafından kum alınmıştır. Bunu 'PROTESTO' ediyoruz.

15 Aralık 2008, Pazartesi günü saat 05.00 sıralarında, Ören Belediyesine ait iş-makinaları ve kamyonlar ile sahilden kum alınmıştır.



Durumu, bir vatandaşın ihbarı ile olay yerine gelen ve görüntülüyen muhabirin çektiği fotolar ve haber için,
http://www.anamurhaberci.com/haber_detay.asp?haber_id=1195 den bakabilirsiniz.

12.7 kmlik 'Anamur Kumsalı'nin bir parçası olan 'Ören', Türkiye'nin en yoğun caretta caretta yuvalama alanlarından biridir ve koruma altındadır.
2008 yılı yuvalama döneminde, Mersin İl Çevre ve Orman Müdürlüğü, Anamur Milli Parklar Müdürlüğü ve AÇED'in beraber yürüttüğü 'Koruma Programı' içinde, 808 yuva tespit edilmiştir ve km ye 64 yuva düşmektedir. Bu sayı, yuvalama açısından 'Anamur Kumsalı'nı, Türkiye'nin en yoğun 'üreme alanı' konumuna getirmiştir. Fakat Ören Belediyesi, sanki böyle bir durum yokmuş gibi, sahilde geri dönüşü asla olamayacak tahribat yapmaktadır.
Uyarılarımıza rağmen, tahribatlarını sürdüren belediye, aynı zamanda suç işlemektedir.

Ören Belediyesi'nin sahilden böyle bir kum alma yetkisi, ya da ruhsatı yoktur. Türkiye Cumhuriyet'i uluslararası Bern ve Barselona protokollerine taraf bir ülkedir ve nesli tehlikede olan varlıklardan kabul edilen Caretta caretta ları korumak ile zorunludur. Caretta caretta ların üreme kumsalından alınan bu kumlar, sahilin 'çakıllaşmasına' neden olacağı içinde, ayrıca sakıncalıdır.

Adana Kültür ve Tabiatı Koruma, Mersin Valiliği, Mersin İl Çevre ve Orman Müdürlüğü, Çevre ve Orman Bakanlığına bu durumun bilgilendirilmesi ve gereken kanuni işlemlerin yapılması içinde başvuruyoruz.

Sevgi ve Saygılarımızla

Oğuz Han ALIÇLI
AÇED Yön.Kur.Baş.

16 Aralık 2008 Salı

Tohum Savaşları

(Levent Kartal'a aşağıdaki çevirisi ve yorumu için teşekkür ediyoruz)

Son üç dört yıl Genetiği Değiştirilmiş tohumların tehlikeleri üzerine bir dizi kitap, belgesel ve makaleye tanık olduk. Bunların çoğu bu tohumların sağlık ve çevre açısından etkilerine odaklanmıştı; ancak bunların neredeyse hiçbiri Genetiği Değiştirilmiş tohumların kitle imha silahı olması konusuna değinmemişti. Engdahl Yıkımın Tohumları adlı kitabında bu konuya değiniyor.

Engdahl öjeniğin (eugenics) fikri temelleri olan, hasta, renkli derili ve yok edilebilir ırkların toplu itlafının ABD'de nasıl atıldığını ve hatta yasal olarak kabul edildiğini dikkatli bir şekilde belgeliyor. Öjenik araştırmaları Rockefeller ve diğer elit aileler tarafından desteklenmiş ve Nazi Almanyasında denenmişti.

Dünyanın en fakir ülkelerinin doğal kaynaklarla en iyi şekilde donanmış ülkeler olması bir şans. Bu bölgeler aynı zamanda da artan nüfusa da sahip olan bölgeler. ABDnin iktisadi ve askeri gücüyle gittikçe artan bir şekilde entegre olan Avrupanın yönetici konumundaki aileleri arasındaki korku şuydu: Eğer fakir ülkeler gelişirse petrol, gaz ile stratejik öneme sahip mineral ve metaller beyaz nüfus için azalabilir. Bu yönetici elit için kabul edilemez bir durumdu.

Egemen elitin zihnindeki ana düşünce yer altı kaynakları açısından zengin ülkelerdeki nüfusun azaltılmasıydı ancak bunun ters bir tepkiye yol açmadan nasıl gerçekleştirileceği bilinmiyordu. ABDdeki petrol reservleri 1972de zayıfladığında ve petrol ithal eder hale geldiğinde durum alarm vermeye başladı ve ajanda (nüfus azaltımı) ön plana çıktı. Rockefellerlar tarafından beslenen Nixonun ana stratejistlerinden Kissinger nüfuz azaltım planlarını ayrıntılarıyla açıkladığı Ulusal Güvenlik Araştırma Yazısını (NSSM200) hazırladı. Bu yazıda özellikle 13 ülke geçiyordu: Bangladeş, Brezilya, Kolombiya, Mısır, Etyopya, Hindistan, Endonezya, Nijerya, Pakistan, Türkiye, Tayland ve Filipinler.



Kullanılacak kitle imha silahı ise gıda idi; bir açlık durumu olsa dahi gıda nufus azaltımı için (bir araç olarak) kullanılacaktı. Kissingerin 'petrolü kontrol ettiğinde ulusları, gıdayı kontrol ettiğinde insanları kontrol edersin' dediği bilinmektedir. Küçük bir grup insanın elitist felsefeyi, insanları kontrol etmek için gıdayı kontrol etme düşüncesini nasıl gerçekçi uygulanabilir bir olasılığa kısa sürede dönüştürdüğü Engdahl'ın kitabının temelini oluşturuyor. Bu, Rockefellerlar ve Kissinger ile diğerlerinin başrolleri oynadığı kitabın baştan sona ana teması.

William Engdahl ın 'Yıkımın Tohumları' adlı kitabının Arun Shrivastava'ya ait ingilizce yorumun tamamını www.globalresearch.ca web sitesiden okuyabilirsiniz.

12 Aralık 2008 Cuma

Doğa Derneği'nin mücadelesi meyvesini verdi

Hasankeyf Kurtuluyor
Avusturya Ilısu’dan çekildi
12 Aralık 2008

Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı’na kredi veren ülkelerden Avusturya projeden desteğini çektiğini açıkladı. Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, Avusturya ulusal televizyon kanalı ORF’nin ana haber bülteninde yaptığı açıklamada Türkiye’nin gerekli şartları yerine getirmemesi nedeni ile Ilısu Barajı Projesi’nden çekildiklerini açıkladı.



Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin Ilısu Barajı için Türkiye’ye verdiği “kredi desteğini çekme ültimatomunun” süresi dolmadan Avusturya baraj projesinden desteğini çektiğini açıkladı.

Baraj karşıtı aktivistlerin önceki gün Ilısu Barajı’na kredi desteği veren Avusturyalı bankayı işgal etmesinin ardından ulusal televizyon kanalı ORF’nin ana haber bültenine katılan Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger yaptığı açıklamada, Türkiye’nin 153 şartın hiçbirini yerine getirmediğini belirterek “Bir taraf şartları belirlediyse (150’den fazla şart belirlendi) ve bu şartlar yerine getirilmediyse proje finanse edilemez. Benim için Avusturya bu ortaklığa artık son vermiştir” dedi. Aynı programda baraja finans desteği veren Oesterreichische Kontrollbank’ın (OeKB) direktörü Rudolf Scholten de Türkiye’nin projenin şartlarını yerine getirmediğini kabul etti.

Doğa Derneği Kampanya Koordinatörü Erkut Ertürk de yaptığı açıklamada:“Bu Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin çok uzun zamandır beklediği bir haber. Bu karar kampanyamız açısından büyük bir dönüm noktası. Hasankeyfli’ler ile birlikte Doğa Derneği, Türkiye’nin Ilısu baraj projesini iptal ederek bu korkunç hatadan geri dönmesini ve Hasankeyf’in UNESCO’nun Dünya Miras Listesi'ne eklenmesini talep ediyor. Şimdi başta hükümet olmak üzere herkes bu tarihi mirasa ve doğal zenginliğe sahip çıkmalıdır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan böyle bir kararla hem Türkiye’nin doğal ve tarihi mirasına sahip çıkmış, hem de alternatif bir kalkınma vizyonu ortaya koymuş olacaktır” dedi.

Doğa Derneği bir hafta önce belirlenen şartların ihlal edilerek, baraj inşaatının başladığını fotoğraflarla duyurmuştu.

Haber bültenindeki röportajı izlemek için:
http://ondemand.orf.at/news/player.php?id=zib2&day=2008-12-10

Röportajın metni:

ORF: Sayın Bakan, OeKB’nin kredisini çekerek projeye ya da en azından projedeki Avusturya ortaklığına bir son vereceği doğru mu?

Bakan: Benim açımdan doğru. Eğer bir taraf şartları belirlediyse – 150’den fazla şart belirlendi – ve bu şartlar yerine getirilmediyse, proje finanse edilemez.

ORF: Peki bu Avusturya-Türkiye ilişkileri açısından ne anlama geliyor?

Bakan: Bununla iki ulusu da kapsayacak düzeyde profesyonel olarak baş etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ama olması gerekiyorsa, olması gerekiyor - pacta sunt servanda – (yaklaşık olarak söze sadakat, ahde vefa anlamına gelen ve hukukun en temel ilkelerinden sayılan Latince hukuk terimi). Kontratlar imzalanmışsa, şartları yerine getimek gerekiyor.

Oesterreichische Kontrollbank’ın (OeKB) direktörü Rudolf Scholten’in ORF’ye yaptığı açıklama:

ORF: Ilısu projesine karşı olanlar Türkiye’nin şartlar yerine getirmediğini söylüyorlar. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?

Scholten, OeKB: Meseleyi biz de bu şekilde görüyoruz.