Büyük büyük dedelerimiz ve ninelerimiz Anadolu’nun farklı bölgelerinde, tıp, tarım ve ekosistem alanlarında verdikleri inançlı ve uzun soluklu mücadelelerle biyolojik bilgeliği yarattılar. Pratik deneyimlemenin yerel savaşçıları elde ettikleri değerleri bir sonraki nesillere işlevsel uygulamalarıyla aktardılar.

Gelenekselliğin önemli ölçütlerinden biri olan yerel tohum dışında, verim uğruna vazgeçilmez bir koşul olarak önerilen monokültür, mekanik ekipman (traktör), suni gübre ve sentetik ilaç paket çözümleri, tarımsal üretimin hemen her alanında kullanılan hayvanın (gübre, iş gücü, besin, vb) gerekliğini ortadan kaldırmış görünüyor.

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde, temel seçim parametresinin finansal endeksli (kısa vadeli) karlılık hesabına dayandırıldığı yöntemler, yüksek verim uğruna çiftçiyi daha yüksek maliyetli girdi deseninde bir tarımsal üretim modeline mahkum ederken, tüketici açısından özellikle hormon ve ilaç kalıntısına bağlı gıda güvenliği daha çok sorgulanmak durumunda kaldı.

Daha yüksek verimlilik beklentilerinde geleneksel tarım dünyanın bilhassa 'gelişmiş' bölgelerinde ölmeye yüz tutarken, üretim metotlarına bağlı olarak gıdalar, sağlık sorunlarının önemli sebepleri arasında yer almaya başladı. Az gelişmiş bölgelerde ise (yerel) geleneksel tarımın yok oluşu küreselleşme ve diğer ülkelerdeki yüksek tarımsal sübvansiyonlara bağlı olarak, tercih edilebilecek konvansiyonel tarımın değil, ekonomik çaresizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta.

Enerji kaynakları ve petrole bağlı tarımsal üretimin geleceği sorgulanmalı, kendine yeterlilik ve sürdürülebilirlik esasında, geleneksel tarım metotları, donanım ve hizmet (traktör üreticileri, ilaç ve gübre sanayi, endüstriyel tohum firmaları, kredi kuruluşları, sertifikasyon sistemleri) sağlayıcılarının karlılığı için değil, toprak ana, üzerinde yaşam sürdüren üretici ve onun emeğini destekleyen tüketici leyhine iyileştirilmelidir; bugünün ve yarının muhtemel şartlarını anlayarak ve yaşamı daha iyi analiz ederek...


30 Eylül 2008 Salı

Kışladağ'dan merhaba

Öncelikle, tazminat davasının “benim” değil, “bizim” olduğunu söyleyerek Ankara’ya gelen ve gelemeyen ve yürekten destekleyen tüm dostlarıma, Ankaralı dostlarımıza en içten teşekkürlerimi -Kışladağ’dan toplanmış bir kır çiçeği demeti gibi-sunuyorum. Ve bu teşekkürümü öykü tadında kısa izlenimimle gönderiyorum. Umarım beğenirsiniz. iYİ BAYRAMLAR... M. Sakaryalı

Öykü tadında izlenimler / İNAYLILARLA ANKARA’DAN DÖNERKEN…

25.09.2008 günü Ankara 25 Asliye Hukuk Mahkemesindeki duruşmadan.

Av. Arif Ali Cangı:

“Sayın yargıç,

Bu davanın yazılı evraklar üzerinden yürütüleceğini biliyorum. Ama dava çok önemli, bu nedenle 4-5 cümle söylemek istiyorum. Müvekkilim herhangi bir kişi değildir, Kışladağ bölgesinin yetiştirdiği bir aydındır. Kışladağ altın madeni civarında ve İnay köyünde yaşanan yaygın kuzu ve tilki ölümlerinin nedeninin araştırılmasını istemiştir. Bu ölümlerin siyanür liç yöntemiyle işletilen altın madeninden kaynaklanabileceği yönündeki kuşkuları dile getirmiştir. Çünkü iki yıl önce yüzlerce insanın siyanürd en zehirlendiğinin kan tahlilleriyle kanıtlandığı bilinmektedir. Dolayısıyla şirkete hakaret sayılacak bir durum yoktur. Şirketin itibarı zarara uğramamış, üstelik Çevre bakanlığı nezdinde artmıştır, çünkü Danıştay’ ın kapatma kararına rağmen maden Çevre Bakanlığının kanunsuz emriyle yeniden açılmıştır. Davanın önemi nedeniyle müvekkilim de söyleyeceklerini söylemelidir.”

Yargıç: “3-4 kelime söylesin”

Davalı, Muammer Sakaryalı: “3-4 sözcük bir cümle yapmaz. Ben 3-4 cümle söylemek istiyorum. Ben İnay köyündenim, eğitimciyim, o bölgeyi çok iyi bilirim, araştırma kitabını yazacak kadar bilirim.”

Yargıç: “Evet, kitabınız dosyada var.

Davalı: “Biz karşımızdakini- Tüprag tarafını göstererek- sevmesek de hatta düşman bile bellesek de, bizim lügatimizde hakaret yoktur! (Elindeki fotoğrafları göstererek) İnay’da yüzlerce kuzu ölmüş ve sakat doğmuştur. Tilkiler ölmüştür. Köyde yaşayan en yaşlılar 70 yıldır hiç böyle bir şey görmediklerini söylüyorlar. Bu durum derin endişe yaratmıştır, bu az bir şey midir? Bu endişenin n edeninin yetkililerden araştırılmasını istemişizdir, Kışladağ altın madeninden kaynaklandığı yönündeki kuşkunun giderilmesini istemişizdir, “bu ölümler ve anomaliler umarım ve dilerim ki Kışladağ altın madeninden kaynaklanmamıştır” demişizdir. Çünkü insanlarımızda “acaba çocuklarımız da böyle ayaksız, gözsüz, sakat mı doğacak” endişesini giderin demek kimseye hakaret değildir. (Sözümüz burada kesildi. Son cümle şöyle olacaktı: “Kışladağ’da saygınlığı zedelenen topraktır, ağaçtır, sudur, havadır ve bilcümle canlı yaşamdır, dolayısıyla yargılanması gereken ben değil Eldoradogold-Tüprag’tır.)

“Çok moralli dönüyorum,” diyordu Ertuğrul Barka, 25 Eylül 2008 günü Ankara’dan dönerken. Nedenini de şöyle açıklıyordu: “Tüprag bu 50 milyarlık davayı açtığı zaman, bir savunma stratejisi önermiştin:

“Bu davayı Tüpragın yargılanması davasına dönüştürmeye ne dersiniz? İnadına yüksek sesle nasıl konuşulurmuş bir görsünler. Suyun, havanın, tohumun, toprağın ve canlı yaşamın onuru nasıl savunulurmuş göstermeye ne dersiniz? Bir tarafta İnay köylüleri ve çevreci dostlar, bir yanda avukat ordusu ve basınla, Eldoradogold-Tüprag’ı yargılamaya ne dersiniz?” demiştin. Bu önerin olumlu karşılanmış ve inay köylüleri, elele hareketi, egeçep, beyaz adımlar platformu, marçep, gümçed, Çanakkale çevre platformu ve birçok güzel insan davaya sahip çıkmıştı ve destek vermişti.

İşte o stratejiyi yaşama geçirme süreci öngörüldüğü gibi başladı ve başlangıç çok iyiydi. Tüprag bu davayı açtığına pişman olacak. Dava vesilesiyle Kışladağ bölgesinin mağduriyeti dile gelecek, Tüprag ve siyanürlü altın madenciliği teşhir edilecek, Muammer Sakaryalı’nın yalnız olmadığı gösterilecek, yaşam alanlarımızı mahveden şirketlere bir bakıma taşeronluk yapan AKP hükümetinin hukuk tanımayan tutumları eleştirilecek…”

Bu düşünce ve duygu yalnızca Barka’nın değil, duruşma için Ankara’ya giden ve orada “Bu dava hepimize açılmıştır, her yer İnay hepimiz İnaylıyız…” diye yiğitçe bir tutum sergileyen tüm dostların ortak duygusu ve düşüncesiydi.

İzmir’den ve İnay köyünden 2 otobüs dolusu insan gitti Ankara’ya. İnaylıların içinde oruçlu kadınlar ve erkekler de vardı. Ankara’daki mühendis ve avukat arkadaşlarla birleşildi. JMO’dan Ankara adliyesine eylemli olmadan yüründü. Başkent polisi her daim yanımızdaydı ve bize “göz kulak oluyordu.” “Kefenlerin, pankartların, davulun, çanların ve güzel keçi yavrumuzun adliyeye alınmayacağını” söyledi. Zaten bizim de o araç gereci duruşma salonuna almak niyetimiz yoktu. Duruşma salonuna sanık ve sanık avukatları dışında 10 kişinin alınabileceğini söyledi yargıç. 8-10 avukatımızla birlikte uygun sayıda yaşam savunucusu(20 kadar) içeri girdi. Karşı taraftan cübbeli bir erkek, cübbesiz iki bayan olmak üzere 3 avukat vardı, başka da kimseleri yoktu.

Sanık avukatları adına Arif Ali Cangı ve sanık Muammer Sakaryalı, söylenmesi gerekeni net şekilde ve kısaca söyledi. Mimar ve mühendis odalarının davaya müdahil olacağı bildirildi. Şimdi İnay’da hayvan ölümlerinin olup olmadığı ve nedenleri resmi makamlara soruldu. Av. Arif Ali’nin deyişiyle, “Dava iyi bir mecraya evriliyor.”

Duruşma çıkısında, adliyenin önünde; kefenler giyildi, pankartlar açıldı sazlar ve sloganlar eşliğinde Kışladağ’da olan bitinler anlatıldı. Arif Ali Cangı işin hukuki yanını anlattı. Davacı-Sanık, Ankara’ya gelen ve gelemeyen ama dayanışma duygusu içinde olan herkese teşekkür etti, “Daniska çevreci” ye kaşı yazılan yazılardan derleyip kitaplaştırdığı “Kampanyanın Daniskası” nı basına dağıtıp derelerin, dağların, ovaların, suyun kardeşliği için bir yeni kampanya çağrısı yaptı. Elele hareketi adına Halil Gezer, Beyaz adımlar adına Dündar Çağlan konuştu. Basının ilgisi iyiydi. Bütün bunlar olurken arkamızda 4 sıra halinde polis adliye ile aramızda duvar oluşturmuştu. Açıklamalar bitince buluşma yerine yüründü. Yürürken “toplantı ve gösteri kanununa aykırı hareket ediyorsunuz” ikazları devamlı sürdü. Ankaralı dostlarımızın içten dayanışmasıyla JMO da verdiği öğle yemeğinden sonra polisin “güvenliğimizi alması”yla otobüslerimize bindik. “Şimdilik hoşça kal Ankara, 19 Kasım 2008 de yeniden buluşmak üzere” deyip İzmir’e yöneldik. Yol boyunca yapılan sohbetler, okunan şiirler ve türküler gelmeyenleri kıskandıracak kadar güzeldi.

Saygıyla…

Not: Bugün Ertuğrul Barka yeniden aradı. Benim de katıldığım şu özeleştiriyi yaptık: “Her şey çok iyiydi, basının ilgisi çok iyiydi ama basında ve Tv lerde yeterince yer alamadık. Bundan böyle kesinlikle önceden hazırlanmış bir basın açıklaması ve fotoğraf çekecek bir görevli arkadaşımız kesinlikle olmalıdır.”

Muammer Sakaryalı

Hiç yorum yok: